Sosyal medyada kişisel veri ve görüntü paylaşımı, dijital iletişimin yaygınlaşmasıyla birlikte ceza hukukunun en tartışmalı alanlarından biri hâline gelmiştir. Türk Ceza Kanunu’nun 134, 135 ve 136. maddeleri, kişisel verilerin korunması ile özel hayatın gizliliği arasında hassas bir denge kurmayı amaçlamaktadır. Yargıtay ve Ceza Genel Kurulu kararları, özellikle “hukuka aykırılık bilinci”, “kişisel veri kavramının kapsamı” ve “ele geçirme – yayma ayrımı” konularında belirleyici ölçütler geliştirmiştir. Sosyal medya hesaplarının herkese açık olması, paylaşılan içeriklerin kişisel veri veya özel hayat kapsamında değerlendirilmesini otomatik olarak ortadan kaldırmamaktadır. Anayasa’nın 20. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi, kişisel verilerin korunmasını temel bir hak olarak güvence altına almaktadır. Anayasa Mahkemesi ve AİHM içtihatları, ceza hukukunun bu alandaki müdahalesini temel haklar perspektifinden şekillendirmektedir. Güncel içtihatlar, her somut olayda paylaşımın amacı, kapsamı, rıza durumu ve failin hukuka aykırılık bilinci esas alınarak değerlendirme yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu alandaki uyuşmazlıklarda, Bıçak gibi ceza hukuku ve bilişim hukuku alanında uzmanlaşmış hukuk büroları, içtihat temelli ve anayasal hak odaklı bir yaklaşımla hukuki danışmanlık ve savunma hizmeti sunmaktadır.
Sosyal Medyada Kişisel Veri Paylaşımı
Dijitalleşmenin ve sosyal medyanın gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası hâline gelmesi, bireylerin kişisel verilerinin ve görüntülerinin dolaşımını geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde hızlandırmış ve yaygınlaştırmıştır. Sosyal medya platformları, bireylere kendilerini ifade etme, görünür olma ve iletişim kurma imkânı sunarken; aynı zamanda kişisel verilerin hukuka aykırı biçimde elde edilmesi, paylaşılması ve ifşa edilmesi bakımından ciddi hukuki riskleri de beraberinde getirmiştir. Özellikle fotoğraf, video, ses kaydı, isim, telefon numarası ve sosyal medya hesap bilgileri gibi kişisel verilerin, rıza dışında veya bağlamından koparılarak paylaşılması, hem ceza hukuku hem de anayasal haklar bakımından çok katmanlı bir tartışma alanı doğurmuştur.
Türk Ceza Kanunu’nun 135 ve 136. maddelerinde düzenlenen “kişisel verilerin kaydedilmesi” ile “verileri hukuka aykırı olarak verme veya ele geçirme” suçları, dijital çağın bu yeni görünümüne cevap vermeyi amaçlayan temel ceza normlarıdır. Bununla birlikte, aynı fiilin kimi durumlarda TCK m. 134’te düzenlenen “özel hayatın gizliliğini ihlal” suçuyla, kimi durumlarda ise TCK m. 125’te düzenlenen “hakaret” suçu ile kesiştiği görülmektedir. Sosyal medyada gerçekleştirilen tek bir paylaşımın birden fazla suç tipini gündeme getirmesi, özellikle fikri içtima, suçun manevi unsuru ve hukuka uygunluk nedenleri bakımından yargısal içtihatlara dayalı sistematik bir analiz ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır.
Bu çalışmanın amacı; sosyal medyada kişisel veri ve görüntü paylaşımına ilişkin ceza hukuku sorumluluğunu, Anayasa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı, Anayasa Mahkemesi kararları ve özellikle Yargıtay 12. Ceza Dairesi ile Ceza Genel Kurulu’nun yerleşik ve gelişen içtihatları ışığında kapsamlı biçimde incelemektir. Çalışmada, “kişisel veri” kavramının sınırları, kamuya açık alanda çekilmiş görüntülerin hukuki niteliği, rıza olgusunun ceza sorumluluğuna etkisi ve failin “hukuka aykırı hareket ettiğinin bilinciyle davranıp davranmadığı” hususu, içtihat temelli bir yaklaşımla ele alınacaktır.
Kişisel Veri Kavramı ve Ceza Hukukunda Korunan Hukuki Değer
Kişisel verilerin ceza hukuku yoluyla korunması, bireyin kişilik haklarının ve özel hayatının güvence altına alınmasının bir uzantısıdır. Türk hukukunda kişisel veriye ilişkin açık anayasal düzenleme, 2010 yılında Anayasa’nın 20. maddesine eklenen üçüncü fıkra ile yapılmıştır. Buna göre herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir ve kişisel veriler ancak kanunda öngörülen hâllerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Bu düzenleme, kişisel verilerin korunmasını doğrudan bir temel hak olarak tanımlamakta ve ceza hukukunun bu alandaki rolünü anayasal bir zemine oturtmaktadır.
5237 sayılı TCK’da ise kişisel veriler, “Özel Hayata ve Hayatın Gizli Alanına Karşı Suçlar” başlığı altında düzenlenmiştir. TCK m. 135 ve 136 hükümleri incelendiğinde, kanun koyucunun kişisel verilerin korunmasında “sır” kavramını merkeze almadığı, aksine gerçek kişiyle ilgili her türlü bilginin korunmasını hedeflediği görülmektedir. Nitekim TCK m. 135’in gerekçesinde, “gerçek kişiyle ilgili her türlü bilginin kişisel veri olarak kabul edilmesi gerektiği” açıkça ifade edilmiştir. Bu yaklaşım, Yargıtay içtihatlarında da istikrarlı biçimde benimsenmiştir. Özellikle Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 17.06.2014 tarihli kararında (2012/1510 E., 2014/331 K.), kişisel verilerin yalnızca gizli veya sır niteliğindeki bilgilerle sınırlı olmadığı, herkes tarafından bilinebilen veya kolaylıkla ulaşılabilen bilgilerin de kişisel veri kapsamında değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Aynı doğrultuda Yargıtay 12. Ceza Dairesi, cep telefonu numarası, fotoğraf, sosyal medya hesabı bilgileri gibi unsurların kişisel veri niteliğini haiz olduğunu birçok kararında açıkça kabul etmiştir.
Kişisel verilerin korunmasıyla ceza hukuku bakımından korunan hukuki değer, öğretide ve içtihatlarda ortak biçimde “kişilik hakları” olarak tanımlanmaktadır. Bu kapsamda koruma, yalnızca bireyin gizli alanına değil, onun toplum içindeki kimliğine, onuruna ve kişisel özerkliğine yöneliktir. Bu nedenle, bir verinin kamuya açık bir ortamda bulunması veya daha önce kişi tarafından paylaşılmış olması, o verinin hukuka aykırı biçimde yeniden kullanılmasını otomatik olarak meşru kılmaz.
Sosyal Medyada Paylaşım, Rıza ve Hukuka Aykırılık Sorunu
Sosyal medya platformları, kullanıcıların kendi kişisel verilerini belirli bir bağlam ve amaç çerçevesinde paylaşmalarına imkân tanır. Ancak bu paylaşım, kural olarak sınırsız ve süresiz bir kullanım izni anlamına gelmez. Ceza hukuku bakımından belirleyici olan husus, verinin hangi kapsamda, kimlere yönelik ve hangi amaçla paylaşıldığıdır. Bu bağlamda rıza, kişisel verilerin hukuka uygun işlenmesinin en önemli unsurlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yargıtay içtihatlarında rıza, dar ve bağlamsal biçimde yorumlanmaktadır. Özellikle sosyal medyada herkese açık profilde yer alan bir fotoğrafın üçüncü kişiler tarafından alınarak başka bir hesapta yayımlanması, Yargıtay’ın yerleşik yaklaşımına göre her hâlükârda hukuka uygun kabul edilmemektedir. Nitekim Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 24.12.2024 tarihli kararında (2022/4834 E., 2024/8047 K.), katılanların kendi Instagram hesaplarında paylaştıkları fotoğrafların, rızaları dışında başka bir hesapta yayımlanmasının TCK m. 136 kapsamında suç oluşturduğu açıkça belirtilmiştir. Kararda, verinin daha önce kamuya açık bir platformda paylaşılmış olmasının, üçüncü kişilere sınırsız kullanım hakkı tanımadığı özellikle vurgulanmıştır.
Bu yaklaşım, failin manevi unsuru bakımından da önemlidir. Zira Yargıtay, TCK m. 136 kapsamındaki suçlarda genel kastın yeterli olduğunu kabul etmekle birlikte, failin “hukuka aykırı hareket ettiğini bilmesi ya da bilebilecek durumda olması” gerektiğini de aramaktadır. Özellikle 21.12.2016 tarihli Yargıtay 12. Ceza Dairesi kararında (2015/10737 E., 2016/13557 K.), uygulamanın belirsizleşmemesi için somut olayın özelliklerinin titizlikle değerlendirilmesi gerektiği, failin eyleminin hukuka aykırılığını kavrayabilecek durumda olup olmadığının belirlenmesinin zorunlu olduğu ifade edilmiştir.
Sosyal medya bağlamında bu değerlendirme, paylaşımın amacı, içeriği, paylaşım biçimi ve hedef kitlesi dikkate alınarak yapılmalıdır. Bir fotoğrafın haber verme, eleştiri veya ifade özgürlüğü kapsamında kullanılması ile aşağılayıcı, teşhir edici veya taciz edici biçimde paylaşılması arasında ceza hukuku bakımından niteliksel bir fark bulunmaktadır. Bu fark, bir sonraki bölümde ele alınacak olan Yargıtay ve Ceza Genel Kurulu içtihatlarının sistematik analizinde daha net biçimde ortaya konulacaktır.
Yargıtay ve Ceza Genel Kurulu İçtihatlarının Sistematik Analizi
Türk ceza hukukunda kişisel verilerin korunmasına ilişkin normatif çerçevenin uygulamadaki asıl belirleyicisi, Yargıtay ceza daireleri ile Ceza Genel Kurulu tarafından geliştirilen içtihatlardır. Özellikle TCK’nın 134, 135 ve 136. maddelerinin kesişim alanlarında ortaya çıkan yorum sorunları, büyük ölçüde yargısal içtihat yoluyla şekillenmiştir. Sosyal medya ve dijital platformlar bağlamında kişisel veri ve görüntü paylaşımına ilişkin uyuşmazlıklar da bu içtihatların merkezinde yer almaktadır.
Bu bölümde, tarafınızdan paylaşılan Yargıtay 12. Ceza Dairesi ve Ceza Genel Kurulu kararları esas alınarak, içtihatlar kronolojik değil; tematik ve sistematik bir yaklaşımla ele alınacaktır. Analiz, özellikle suçun maddi unsuru, hukuka aykırılık, kast ve normlar arası sınır çizgileri bakımından yoğunlaştırılacaktır.
“Kişisel Veri” Kavramının İçtihat Yoluyla Geniş Yorumu
Yargıtay’ın yerleşik yaklaşımına göre, TCK’nın 135 ve 136. maddelerinde korunan “kişisel veri” kavramı dar anlamda sır veya gizli bilgiyle sınırlı değildir. Ceza Genel Kurulu’nun bu konudaki en temel referans noktalarından biri, 17.06.2014 tarihli kararıdır (CGK, 17.06.2014, E. 2012/1510, K. 2014/331). Bu kararda, “gerçek kişiyle ilgili her türlü bilginin” kişisel veri olduğu açıkça vurgulanmıştır. Bu yaklaşım, daha sonraki içtihatlarda istikrarlı biçimde sürdürülmüştür. Nitekim Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 21.12.2016 tarihli kararında (12. CD, 21.12.2016, E. 2015/10737, K. 2016/13557), telefon numarasının herkesçe bilinebilir nitelikte olmasının, onu kişisel veri olmaktan çıkarmadığı açıkça ifade edilmiştir. Kararda, “herkes tarafından bilinen veya kolaylıkla ulaşılabilen kişisel bilgilerin de hukuken kişisel veri sayıldığı” belirtilmiş; ancak uygulamanın sınırsız biçimde genişletilmemesi gerektiği de özellikle vurgulanmıştır. Bu ikili vurgu – hem geniş tanım hem de uygulamada ölçülülük ihtiyacı – Yargıtay içtihatlarının ayırt edici yönünü oluşturmaktadır.
Sosyal Medyada Paylaşılan Fotoğraflar: Kişisel Veri mi, Özel Hayat Görüntüsü mü?
Sosyal medya paylaşımlarının hukuki niteliği, içtihatlarda en fazla tartışma yaratan konuların başında gelmektedir. Özellikle bir fotoğrafın, TCK m. 134 kapsamında “özel hayatın gizliliği”ne mi, yoksa TCK m. 136 kapsamında “kişisel veri”ye mi girdiği hususu, Yargıtay tarafından somut olay bazlı değerlendirmeye tabi tutulmaktadır.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 24.12.2024 tarihli kararı bu açıdan son derece önemlidir (12. CD, 24.12.2024, E. 2022/4834, K. 2024/8047). Kararda, katılanların Instagram hesabında daha önce paylaştıkları fotoğrafların, üçüncü kişiler tarafından rıza dışı olarak yeniden paylaşılmasının, bu fotoğrafların “kişisel veri olma niteliğini ortadan kaldırmadığı” açıkça belirtilmiştir. Daire, kamuya açık alanda çekilmiş ve sosyal medyada paylaşılmış olmanın, üçüncü kişilere sınırsız kullanım hakkı tanımadığını vurgulamıştır.
Bu yaklaşım, daha önceki içtihatlarla da uyumludur. Nitekim 12. Ceza Dairesi’nin 12.10.2022 tarihli kararında (12. CD, 12.10.2022, E. 2022/4512, K. 2022/6716), mağdur çocuğun başkalarının görmesini istemeyeceği özel yaşam alanına ilişkin olmayan bir fotoğrafın, özel hayat suçu kapsamında değil; kişisel veri kapsamında değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Ancak aynı kararda, fotoğrafın yayımı sırasında kullanılan hesap adı ve kimlik bilgilerinin, TCK m. 136 kapsamında değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir.
Bu içtihatlar birlikte değerlendirildiğinde, Yargıtay’ın şu temel ayrımı benimsediği görülmektedir: Bir görüntünün özel hayat suçu kapsamında değerlendirilmesi için, görüntünün bizzat özel yaşam alanına ilişkin olması gerekir; aksi hâlde, görüntü kişisel veri olarak korunur.
“Hukuka Aykırılık” ve “Kast” Unsurunun İçtihattaki Belirleyici Rolü
Yargıtay içtihatlarının en dikkat çekici yönlerinden biri, TCK m. 136 suçunun oluşumunda “hukuka aykırılık bilinci”ne verilen önemdir. Bu husus, özellikle beraat kararlarında belirleyici bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
12. Ceza Dairesi’nin 29.03.2017 tarihli kararında (12. CD, 29.03.2017, E. 2015/13758, K. 2017/2514), sanıkların beraatine karar verilmesinin gerekçesi, yüklenen fiilin kanunda suç olarak tanımlanmamış olmasıdır. Karara eklenen karşı oyda ise, kişisel verilerin rıza dışında siyasi partiye verilmesinin açıkça TCK m. 136 kapsamında suç oluşturduğu savunulmuştur. Bu karşı oy, çoğunluk görüşü ile azınlık yaklaşımı arasındaki temel ayrımın, hukuka aykırılık bilincinin yorumlanmasında yoğunlaştığını göstermektedir. Benzer biçimde, 21.12.2016 tarihli kararda (12. CD, E. 2015/10737, K. 2016/13557), sanığın eylemiyle hukuka aykırı hareket ettiğini “bildiği ya da bilebilecek durumda olup olmadığının” ayrıca tespit edilmesi gerektiği açıkça ifade edilmiştir. Bu vurgu, suçun soyut tehlike suçu olmasına rağmen, failin subjektif durumunun göz ardı edilmediğini göstermektedir.
TCK m. 134 – 135 – 136 Arasındaki Normatif Sınırlar
Yargıtay içtihatları, kişisel veri suçları ile özel hayatın gizliliğini ihlal suçu arasındaki sınırları netleştirme işlevi de görmektedir. Özellikle 16.11.2022 tarihli karar bu açıdan yol göstericidir (12. CD, 16.11.2022, E. 2019/10278, K. 2022/8677). Bu kararda, katılanın bir eğlence mekânındaki kamera görüntülerinin ele geçirilmesi olayında, görüntülerin özel hayat alanına ilişkin olduğu; dolayısıyla TCK m. 136 değil, TCK m. 134 kapsamında değerlendirme yapılması gerektiği belirtilmiştir. Daire, özel hayat görüntülerinin artık kişisel veri suçları kapsamında değerlendirilemeyeceğini açıkça ortaya koymuştur. Bu yaklaşım, normlar arası “tüketme” ilişkisini değil; her suç tipinin kendi koruma alanı içinde değerlendirilmesini esas almaktadır.
Ceza Genel Kurulu’nun Birleştirici ve Yön Verici Rolü
Ceza Genel Kurulu’nun 08.12.2022 tarihli kararı (CGK, 08.12.2022, E. 2018/611, K. 2022/784), sosyal medyada kişisel veri paylaşımı bağlamında içtihat birliğini sağlayan en önemli kararlardan biridir. Bu kararda, sanığın Facebook paylaşımıyla hem kişisel verileri yayma hem de hakaret suçunu işlemesi hâlinde, TCK m. 44 kapsamında fikri içtima uygulanması gerektiği kabul edilmiştir. Ceza Genel Kurulu, bu kararla birlikte, kişisel verilerin korunmasına ilişkin suçların, başka suçlarla kesiştiği durumlarda hangi normun öncelikli uygulanacağına dair açık bir çerçeve çizmiştir. Aynı fiille birden fazla suç oluştuğunda, en ağır cezayı gerektiren suçtan hüküm kurulması gerektiği vurgulanmıştır.
Anayasal Çerçeve ve AİHM İçtihadı
Sosyal medyada kişisel veri ve görüntü paylaşımına ilişkin ceza hukuku tartışmalarının sağlıklı biçimde değerlendirilebilmesi, yalnızca TCK hükümleri ve Yargıtay içtihatlarıyla sınırlı bir analizle mümkün değildir. Bu alan, doğrudan doğruya anayasal hak ve özgürlüklerin kesişim noktasında yer almakta; özellikle özel hayatın gizliliği, kişisel verilerin korunması, ifade özgürlüğü ve haberleşme hürriyeti gibi temel haklar arasında hassas bir denge kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, anayasal normlar ile Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları, TCK’nın 134, 135 ve 136. maddelerinin yorumunda bağlayıcı ve yönlendirici bir işlev görmektedir.
Anayasal Dayanak: Özel Hayatın Gizliliği ve Kişisel Verilerin Korunması
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 20. maddesi, özel hayatın gizliliğini güvence altına alan temel normdur. Maddenin birinci fıkrasında “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir.” denilmek suretiyle, özel hayatın korunması klasik anlamda anayasal bir hak olarak düzenlenmiştir. Ancak sosyal medya ve dijital teknolojilerin gelişimiyle birlikte, bu klasik koruma alanı genişlemiş; 2010 anayasa değişikliğiyle 20. maddeye eklenen üçüncü fıkra ile kişisel verilerin korunması, özel hayatın gizliliğinden bağımsız ama onunla bağlantılı özerk bir anayasal hak haline getirilmiştir.
Anayasa’nın 20. maddesinin üçüncü fıkrasına göre herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel verilerin ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebileceği açıkça hüküm altına alınmıştır.
Bu düzenleme, ceza hukukunda kişisel verilerin korunmasına ilişkin suç tiplerinin anayasal temelini oluşturmaktadır. TCK’nın 135 ve 136. maddelerinde yer alan suç tipleri, Anayasa’nın 20. maddesindeki bu güvenceyi ceza hukuku alanında somutlaştıran normlardır. Dolayısıyla, sosyal medyada yapılan bir paylaşımın suç teşkil edip etmediği değerlendirilirken, yalnızca kanuni tanımın şekli unsurları değil, Anayasa’nın öngördüğü temel hak dengesi de dikkate alınmalıdır.
Anayasa Mahkemesi İçtihadı: Kişisel Veri – Özel Hayat Ayrımı
Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru kararlarında kişisel veri ve özel hayat kavramlarını geniş ve dinamik biçimde yorumlamaktadır. Mahkeme, kişisel verilerin korunmasını, yalnızca gizli veya mahrem bilgilerin korunmasıyla sınırlı görmemekte; kişinin kimliğini belirlenebilir kılan her türlü bilginin anayasal koruma altında olduğunu kabul etmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik içtihadına göre, bir bilginin kişisel veri sayılabilmesi için mutlaka gizli olması gerekmez. Kamuya açık alanlarda elde edilen veya daha önce kişinin kendisi tarafından paylaşılmış bilgiler dahi, belirli koşullar altında anayasal korumadan yararlanabilir. Bu yaklaşım, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun “kişisel verilerin korunmasında esas olanın sır değil, kişilik hakkı olduğu” yönündeki tespitleriyle paralellik arz etmektedir.
Özellikle sosyal medya bağlamında Anayasa Mahkemesi, kişinin kendi rızasıyla yaptığı paylaşımların üçüncü kişilerce her koşulda sınırsız şekilde kullanılabileceği sonucuna varmamaktadır. Mahkemeye göre, kişinin verisini hangi bağlamda, hangi amaçla ve hangi hedef kitleye yönelik olarak paylaştığı belirleyicidir. Bu bağlamdan koparılarak yapılan yeniden paylaşımlar, kişinin özel hayatına ve kişisel verilerine yönelik müdahale teşkil edebilir. Bu yaklaşım, Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 2024 tarihli kararlarında da görülen, “kamuya açık sosyal medya paylaşımlarının kişisel veri olma niteliğini kaybetmediği” yönündeki değerlendirmelerle örtüşmektedir.
İfade Özgürlüğü ile Kişisel Verilerin Korunması Arasındaki Denge
Anayasa’nın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğü, sosyal medya paylaşımlarının değerlendirilmesinde sıklıkla gündeme gelen bir diğer temel haktır. Ancak gerek Anayasa Mahkemesi gerekse AİHM içtihadında ifade özgürlüğü mutlak bir hak olarak kabul edilmemekte; başkalarının şöhret ve haklarının korunması amacıyla sınırlanabileceği açıkça belirtilmektedir.
Anayasa Mahkemesi, ifade özgürlüğü ile kişisel verilerin korunması arasında denge kurulması gerektiğini vurgulamakta; bu denge kurulurken müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığını, meşru bir amaç taşıyıp taşımadığını ve demokratik toplumda gerekli ve orantılı olup olmadığını incelemektedir. Ceza hukuku yaptırımları bakımından ise özellikle “son çare” (ultima ratio) ilkesi önem taşımaktadır.
Bu noktada, Yargıtay içtihatlarında sıkça rastlanan “hukuka aykırı hareket ettiğini bilme veya bilebilecek durumda olma” kriteri, anayasal denge testinin ceza hukuku alanındaki yansıması olarak değerlendirilmelidir. Failin ifade özgürlüğü kapsamında hareket ettiği inancıyla ve hukuka aykırılık bilinci olmaksızın davranması, suçun manevi unsurunun oluşup oluşmadığı açısından belirleyici olmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM İçtihadı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi, özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını güvence altına almaktadır. AİHM, özel hayat kavramını son derece geniş yorumlamakta; kişinin kimliğini, onurunu, itibarını ve kişisel verilerini bu kavramın ayrılmaz unsurları olarak kabul etmektedir.
AİHM içtihadına göre, kişisel verilerin korunması, modern toplumlarda özel hayatın merkezinde yer almaktadır. Mahkeme, dijital ortamlarda yapılan veri işlemlerinin ve sosyal medya paylaşımlarının bireyler üzerinde ciddi etkiler doğurabileceğini kabul etmekte; devletlerin bu alanda etkili hukuki koruma mekanizmaları oluşturma yönünde pozitif yükümlülükleri bulunduğunu belirtmektedir.
Öte yandan AİHM, ifade özgürlüğü ile özel hayatın korunması arasındaki dengeyi her somut olayın koşullarına göre değerlendirmektedir. Mahkeme, kamuoyunu ilgilendiren bir tartışmaya katkı sağlayan paylaşımlar ile salt teşhir, ifşa veya kişisel saldırı niteliği taşıyan paylaşımlar arasında ayrım yapmaktadır. Sosyal medyada kişisel verilerin rıza dışında paylaşılması, çoğu durumda özel hayata yönelik ağır bir müdahale olarak kabul edilmektedir.
Bu yaklaşım, Türk ceza hukukunda TCK 136’nın “soyut tehlike suçu” olarak düzenlenmiş olmasıyla da uyumludur. AİHM açısından önemli olan, fiilin potansiyel olarak kişisel haklar üzerinde yarattığı tehlikedir; somut bir zarar doğup doğmadığı her zaman belirleyici değildir.
Anayasal ve Uluslararası Çerçevenin Ceza Hukuku Uygulamasına Etkisi
Anayasa Mahkemesi ve AİHM içtihatları birlikte değerlendirildiğinde, sosyal medyada kişisel veri ve görüntü paylaşımına ilişkin ceza hukuku uygulamalarının dar ve şekli bir yorumla sınırlandırılamayacağı açıktır. Ancak aynı zamanda, ifade özgürlüğünü aşırı biçimde daraltacak, her paylaşımı potansiyel suç haline getirecek genişletici yorumlardan da kaçınılmalıdır. Bu çerçevede, Yargıtay’ın özellikle son yıllarda geliştirdiği “somut olayın özelliklerine göre titiz değerlendirme” yaklaşımı, anayasal ve uluslararası standartlarla uyumlu görünmektedir. Failin hukuka aykırılık bilinci, paylaşımın bağlamı, verinin niteliği, mağdurun rızası, paylaşımın amacı ve sonuçları birlikte değerlendirilmeden verilen mahkumiyet kararlarının, anayasal dengeyi zedeleme riski bulunmaktadır.
Değerlendirme ve Sonuç
Sosyal medyanın bireysel ve toplumsal yaşamın merkezine yerleşmesi, kişisel verilerin korunması sorununu klasik ceza hukuku kalıplarının ötesine taşıyan yeni bir normatif ve içtihadi alan yaratmıştır. Türk ceza hukukunda kişisel verilerin korunmasına ilişkin hükümler, ilk bakışta teknolojik gelişmelere cevap verebilecek nitelikte görünmekle birlikte, uygulamada özellikle sosyal medya bağlamında ciddi yorum ve sınır sorunları ortaya çıkmaktadır. İncelenen Yargıtay daire kararları ve Ceza Genel Kurulu içtihatları, bu alanın henüz “tam istikrar kazanmış” bir içtihat doktrinine kavuşmadığını; aksine, olay bazlı, bağlamsal ve çoğu zaman failin sübjektif durumu üzerinden şekillenen bir değerlendirme pratiğinin benimsendiğini göstermektedir.
Öncelikle vurgulanmalıdır ki, TCK’nın 135 ve 136. maddeleri ile korunan hukuki değer, yalnızca “gizli” ya da “mahrem” veriler değildir. Ceza Genel Kurulu’nun ve Yargıtay 12. Ceza Dairesinin istikrarlı biçimde altını çizdiği üzere, kişisel veri kavramı son derece geniştir ve “herkes tarafından bilinen”, “kolayca ulaşılabilen” ya da “kamuya açık” nitelikteki bilgiler dahi kişisel veri olma özelliğini kaybetmez. Bu yaklaşım, kişisel verinin niteliğini verinin içeriğinden ziyade, ilgili kişinin kişilik haklarıyla olan bağlantısı üzerinden tanımlayan çağdaş veri koruma anlayışıyla uyumludur. Nitekim gerek Anayasa’nın 20. maddesi gerek 6698 sayılı Kanun, kişisel verinin korunmasını bireyin kişilik hakkının ayrılmaz bir unsuru olarak kabul etmektedir.
Bununla birlikte, içtihatlar dikkatle incelendiğinde, Yargıtay’ın kişisel verilerin korunmasına ilişkin suçların uygulama alanını sınırsız biçimde genişletme eğiliminde olmadığı da açıkça görülmektedir. Özellikle sosyal medyada yapılan paylaşımlar bakımından, “hukuka aykırılık” unsurunun belirlenmesinde oldukça hassas bir denge kurulmaya çalışılmaktadır. Yargıtay, bir yandan sosyal medyada paylaşılan her verinin otomatik olarak hukuka aykırı biçimde ele geçirildiği ya da yayıldığı varsayımını reddetmekte; diğer yandan, salt “kamuya açıklık” olgusunun fail için sınırsız bir kullanım serbestisi doğurmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım, özellikle 2024 tarihli Yargıtay 12. Ceza Dairesi kararında (2022/4834 E., 2024/8047 K., 24.12.2024) belirginleşmiş; katılanların herkese açık Instagram hesaplarında paylaştıkları fotoğrafların, üçüncü kişilerce rıza dışı şekilde yeniden yayımlanmasının, kişisel veri korumasını ortadan kaldırmadığı açıkça ifade edilmiştir.
Bu noktada, içtihatların belki de en kritik katkısı, TCK m.136 bakımından “hukuka aykırı hareket ettiğini bilme veya bilebilecek durumda olma” ölçütünün belirginleştirilmesidir. Yargıtay, özellikle beraatle sonuçlanan bazı dosyalarda, failin eyleminin objektif olarak hukuka aykırı görünmesine rağmen, somut olayın özellikleri gereği failin hukuka aykırılık bilinciyle hareket etmediği veya bu bilinci taşımadığı kanaatine ulaşmıştır. Bu yaklaşım, ceza sorumluluğunun yalnızca maddi fiile değil, failin kastına ve hukuki değerlendirme kapasitesine de bağlı olduğunu hatırlatması bakımından önemlidir. Ancak aynı zamanda, uygulamada ciddi bir belirsizlik potansiyeli de barındırmaktadır. Zira “hukuka aykırılığı bilebilme” kriteri, failin sosyal medya kullanım alışkanlıkları, eğitimi, mesleği ve paylaşımın bağlamı gibi son derece sübjektif unsurlara bağlı olarak farklı sonuçlara yol açabilmektedir.
Özel hayatın gizliliği ile kişisel verilerin korunması arasındaki sınır da, sosyal medya bağlamında içtihatların en çok zorlandığı alanlardan biridir. Yargıtay, özellikle görüntü ve ses kayıtları bakımından, her kişisel verinin aynı zamanda özel hayat verisi olmadığına dikkat çekmekte; kişinin özel yaşam alanına ilişkin görüntülerin TCK m.134 kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Buna karşılık, özel hayat alanına girmeyen ancak kişiyi belirlenebilir kılan fotoğraflar, isimler ve iletişim bilgileri gibi unsurların TCK m.136 kapsamında ele alınması gerektiği yönündeki yaklaşım, normlar arası sistematik bütünlük açısından isabetlidir. Bu ayrım, ceza hukukunda “aynı fiilin farklı suç tipleri altında mükerrer biçimde cezalandırılması” riskini azaltmakta ve TCK m.44’te düzenlenen fikri içtima hükümlerinin sağlıklı biçimde uygulanmasına imkân tanımaktadır.
Anayasal ve uluslararası boyut açısından bakıldığında, Türk ceza hukuku uygulamasının genel çerçevesinin, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadıyla büyük ölçüde uyumlu olduğu söylenebilir. AİHM, kişisel verilerin korunmasını özel hayata saygı hakkının ayrılmaz bir parçası olarak görmekte; kamusal alanda gerçekleşen eylemlerin dahi, bireyin makul gizlilik beklentisini tamamen ortadan kaldırmadığını kabul etmektedir. Türk yargı organlarının, özellikle kamuya açık alan ve sosyal medya paylaşımları bakımından “tanınmazlık ve dikkat çekmezlik” ilkelerine vurgu yapması, bu uluslararası yaklaşımın iç hukuka yansıtıldığını göstermektedir. Ancak AİHM içtihadının aksine, Türk ceza hukukunda ifade özgürlüğü ile kişisel verilerin korunması arasındaki çatışmanın sistematik bir “denge testine” bağlandığı söylenemez. Bu denge çoğu zaman örtük biçimde kurulmakta, açık ve şeffaf bir metodoloji ortaya konmamaktadır.
Sonuç olarak, Türk Ceza Hukukunda sosyal medyada kişisel veri ve görüntü paylaşımına ilişkin koruma rejimi, normatif açıdan güçlü; ancak uygulama bakımından hâlen gelişime açık bir yapı arz etmektedir. Yargıtay ve Ceza Genel Kurulu içtihatları, bu alanın temel parametrelerini büyük ölçüde belirlemiş olmakla birlikte, özellikle hukuka aykırılık bilinci, kamuya açık verilerin yeniden kullanımı ve suç tipleri arasındaki sınırlar konusunda daha öngörülebilir ve tutarlı bir içtihat çizgisine ihtiyaç duyulmaktadır. Gelecekte, hem Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru kararlarının hem de AİHM içtihadının daha yoğun biçimde iç hukuka yansıtılması, sosyal medya çağında kişisel veri korumasının hem bireysel özgürlükleri hem de ifade hürriyetini dengeleyen daha rafine bir yapıya kavuşmasını sağlayacaktır.
Türkçe
English
Français
Deutsch








Comments
No comments yet.