Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık, yalnızca malvarlığına yönelik bir saldırı değil, bireyin irade özgürlüğünü ve inanç alanını hedef alan çok katmanlı bir suç olgusudur. Dinî söylemle kurulan aldatıcı ilişkilerde “dua”, “keramet”, “manevi rütbe” veya “şifa” gibi kavramlar, mağdurun sorgulama yetisini zayıflatan güçlü araçlar hâline gelebilmektedir. Türk Ceza Kanunu, bu yoğun aldatıcılık kapasitesini dikkate alarak dinî inanç ve duyguların istismar edilmesini dolandırıcılığın nitelikli hâli olarak düzenlemiştir. Yargıtay içtihatları, bu tür olaylarda mağdurun görünüşteki rızasının çoğu zaman hukuken geçerli bir rıza teşkil etmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Özellikle kapalı veya hiyerarşik yapılarda tesis edilen dinî otorite, fail ile mağdur arasında yapısal bir eşitsizlik yaratmakta ve irade fesadını derinleştirmektedir. Ceza hukuku bu alanda dinin içeriğini değil, dinin aldatma ve baskı aracı olarak kullanılmasını denetim konusu yapmaktadır. Bu yaklaşım, hem inanç özgürlüğünü koruyan hem de istismarı cezalandıran dengeli bir hukuk anlayışının sonucudur. Bıçak, dinî manipülasyon temelli dolandırıcılık vakalarında, normatif düzenlemeler ve yerleşik Yargıtay içtihatları ışığında müvekkillerine kapsamlı ve nitelikli hukuki destek sunmaktadır.
Allah ile Aldatma: Dinî İnanç ve Duygu İstismarı
Dinî İnanç ve Duyguların İstismarı Olgusu
Din, bireylerin anlam dünyasını şekillendiren, ahlaki yönelimlerini belirleyen ve toplumsal ilişkilerde güven duygusunu güçlendiren temel kurumlardan biridir. Dinî inanç ve duygular, çoğu zaman rasyonel sorgulamaya tabi tutulmaksızın içselleştirilen, bireyin irade yapısı üzerinde derin ve kalıcı etkiler doğuran bir mahiyet taşır. Bu özellik, dini yalnızca bireysel vicdan alanına ait bir olgu olmaktan çıkararak sosyal ilişkilerin ve kamusal hayatın merkezine yerleştirmektedir. Ancak dinin bu güçlü ve kapsayıcı konumu, onu aynı zamanda istismar ve manipülasyon bakımından son derece elverişli bir araç hâline de getirmektedir. Dinî söylemle desteklenen vaatler, bireylerin eleştirel değerlendirme yetisini zayıflatabilmekte; “Allah”, “dua”, “bereket”, “şifa”, “keramet”, “hoca”, “mevlit” gibi kavramlar, güven tesis eden semboller olarak kullanılabilmektedir. Bu semboller aracılığıyla gerçekleştirilen aldatma fiilleri, klasik dolandırıcılık yöntemlerinden farklı olarak yalnızca malvarlığına değil, bireyin irade özgürlüğüne ve inanç dünyasına da doğrudan müdahale niteliği taşımaktadır.
Türkiye özelinde bakıldığında, dinî inançların toplumsal yaşam üzerindeki yoğun etkisi, bu tür istismarların yaygınlaşmasına elverişli bir zemin oluşturmaktadır. Yargısal uygulamada sıklıkla karşılaşılan “hocaya okutma”, “büyü bozma”, “muska yazma”, “çocuğu iyileştirme”, “belayı defetme”, “manevî rütbe kazandırma” gibi söylemler, dinî inanç ve duyguların sistematik biçimde aldatma aracı hâline getirildiğini açıkça göstermektedir. Bu nedenle konu, yalnızca bireysel mağduriyetler bağlamında değil; toplumsal güvenin korunması, hukuki öngörülebilirlik ve hukuk devleti ilkesi bakımından da büyük önem taşımaktadır.
Bu olgunun kavramsallaştırılması bakımından Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün geliştirdiği yaklaşım, Türkiye’deki tartışmalar açısından özel bir yere sahiptir. Öztürk, Allah ile Aldatmak adlı eserinde bu olguyu, dinin özünden koparılarak çıkar, tahakküm ve sömürü aracı hâline getirilmesi olarak tanımlamaktadır. Ona göre bu tür bir aldatma biçimi, bireyin kutsala duyduğu güvenin araçsallaştırılması yoluyla sorgulamayı günah sayan, itaati mutlaklaştıran ve bu yolla ekonomik, siyasi veya cinsel menfaat sağlayan örgütlü bir zihniyet üretmektedir. Bu zihniyet, kendisini eleştiriden ve hukuki denetimden muaf kılan bir “tahakküm teolojisi” inşa ederek fiilî bir dokunulmazlık alanı yaratmaktadır.
Ceza hukuku bakımından özellikle vurgulanması gereken husus şudur: Hukuk düzeni, dinin içeriğini, teolojik doğruluğunu veya inanç sistemlerinin hakikat değerini yargılamaz. Ancak dinin, bireyin iradesini fesada uğratacak biçimde bir araç olarak kullanılmasını doğrudan ilgi alanına alır. Bu yönüyle dinî istismar olgusu, bir inanç eleştirisi değil; inancın aldatma ve baskı aracı hâline getirilmesine ilişkin fiilî davranışların hukuki değerlendirilmesidir. Bu ayrım, ceza hukukunun tarafsızlık ilkesinin de zorunlu bir sonucudur.
Sosyolojik açıdan bakıldığında, dinî manipülasyon özellikle kapalı veya yarı kapalı grup yapıları içinde daha yoğun biçimde ortaya çıkmaktadır. Cemaat, tarikat veya benzeri yapılanmalar içerisinde “hoca”, “şeyh”, “âlim” ya da “manevî rehber” sıfatlarıyla tesis edilen otorite ilişkisi, fail ile mağdur arasında yapısal bir güç asimetrisi yaratmaktadır. Bu asimetri, mağdurun sorgulama kapasitesini zayıflatmakta ve itaat davranışını özgür iradeye dayalı bir tercih olmaktan çıkarmaktadır. Ceza hukuku bakımından belirleyici olan da, bu tür ilişkiler içinde mağdurun görünürdeki rızasının gerçekte irade fesadı sonucu oluşup oluşmadığıdır.
Türk Ceza Kanunu’nun 158/1-a maddesinde dolandırıcılık suçunun “dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle” işlenmesi, suçun nitelikli hâli olarak düzenlenmiştir. Kanun koyucu bu hükümle, dinî söylemin aldatıcılık kapasitesinin sıradan yalanlardan daha yoğun olduğunu kabul etmiş ve bu nedenle daha ağır bir yaptırım öngörmüştür. Bu yaklaşım, dinin birey ve toplum üzerindeki güçlü etkisini dikkate alan bilinçli bir normatif tercihin sonucudur.
Dinî manipülasyonun ceza hukuku bakımından taşıdığı önem, yalnızca malvarlığına karşı işlenen suçlarla sınırlı değildir. Yargısal uygulamada açıkça görüldüğü üzere, dinî argümanlarla kurulan otorite ilişkileri, beden dokunulmazlığına ve cinsel özgürlüğe karşı işlenen suçlarda da belirleyici bir rol oynayabilmektedir. Bu tür durumlarda mağdurların cinsel davranışlara rıza gösterdiği iddiası gündeme gelmekte; ancak bu rızanın hukuken geçerli olup olmadığı ciddi tartışmalara konu olmaktadır. Bu yönüyle dinî inanç ve duyguların istismarı, klasik dolandırıcılık anlayışını aşan, çok katmanlı ve karmaşık bir suç fenomeni niteliği kazanmaktadır.
Bu çalışmanın temel amacı, dinî inanç ve duyguların istismarı olgusunu ceza hukuku perspektifinden ele almak ve bu olgunun Türk Ceza Kanunu’ndaki normatif karşılığını ortaya koymaktır. Özellikle TCK m.158/1-a kapsamında düzenlenen dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık suçunun unsurları, uygulama sınırları ve yargısal yorumları ayrıntılı biçimde incelenecektir. Bu kapsamda dolandırıcılık suçunda hile kavramının dinî söylemle nasıl yoğunlaştığı, dinî manipülasyonun irade fesadı yaratma kapasitesi ve “görünüşte rıza” ile “hukuken geçerli rıza” arasındaki ayrım üzerinde durulacaktır.
Çalışma, esas itibarıyla normatif ve içtihadi analiz yöntemine dayanmaktadır. TCK hükümleri madde gerekçeleriyle birlikte değerlendirilmiş; Yargıtay Ceza Genel Kurulu ile ilgili Ceza Dairelerinin konuya ilişkin kararları sistematik biçimde analiz edilmiştir. Bunun yanında ceza hukuku doktrini, din ve hukuk sosyolojisi literatürü, Yaşar Nuri Öztürk’ün çalışmaları ve uluslararası literatürde yer alan “spiritual fraud”, “religious manipulation” ve “coercive persuasion” başlıklı çalışmalar yardımcı kaynak olarak kullanılmıştır.
Yukarıda çizilen kavramsal ve toplumsal çerçeve, dinî inanç ve duyguların istismarının neden ceza hukukunun müdahalesini gerektiren bir olgu olduğunu ortaya koymaktadır. Bu noktada artık, normatif düzleme geçilmesi ve ceza hukukunun dinî inanç ve duygulara hangi sınırlar içinde koruma sağladığının, hangi hâllerde bu alanın yasal müdahaleye açıldığının sistematik biçimde incelenmesi gerekmektedir. Bu nedenle çalışmanın birinci bölümünde, dinî inanç ve duyguların ceza hukuku bakımından korunma alanı, laiklik ilkesi, hukuki değer kavramı ve ceza hukukunun tarafsızlık sınırları çerçevesinde ele alınacaktır.
Dinî İnanç ve Duyguların Ceza Hukuku Bakımından Korunma Alanı
Ceza Hukukunun Din Alanına Yaklaşımı ve Tarafsızlık İlkesi
Ceza hukukunun din alanına yaklaşımı, laik hukuk devletinin temel ilkeleri çerçevesinde şekillenmektedir. Laiklik ilkesi, devletin din karşısında tarafsızlığını ifade ederken, ceza hukukunun bu tarafsızlığı somut normlara ve uygulamaya yansıtmasını da zorunlu kılar. Bu bağlamda ceza hukuku, dinî inançların doğruluğu, yanlışlığı veya teolojik içeriği hakkında herhangi bir değerlendirme yapmaz; yapmaması da gerekir. Hukukun ilgi alanı, inançların kendisi değil, bu inançların bireylerin hukuki değerlerini ihlal edecek biçimde araçsallaştırılmasıdır. Bu nedenle ceza hukukunda din, ne mutlak bir dokunulmazlık alanı ne de sınırsız bir serbestlik sahasıdır. Dinî inanç ve duygular, bireyin düşünce, vicdan ve din özgürlüğü kapsamında korunurken; bu alanın, başkalarının malvarlığına, beden dokunulmazlığına, cinsel özgürlüğüne veya irade serbestisine yönelik ihlallerin aracı hâline gelmesi durumunda ceza hukukunun müdahalesi kaçınılmaz hâle gelir. Bu müdahale, dinin kendisine değil, dinî söylemin hukuka aykırı fiillerde kullanılmasına yöneliktir.
Bu ayrım, ceza hukukunun meşruiyet sınırlarını belirleyen temel eşiktir. Aksi hâlde ya dinî alan mutlak bir dokunulmazlık zırhı kazanacak ya da hukuk, inanç alanına müdahale eden baskıcı bir aygıta dönüşecektir. TCK’nın dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılığı nitelikli suç hâli olarak düzenlemesi, bu hassas dengeyi gözeten bilinçli bir normatif tercihin sonucudur.
Hukuki Değer Olarak Dinî İnanç ve Duygular
Ceza hukukunda bir fiilin suç olarak tanımlanabilmesi için, korunmaya değer bir hukuki menfaati ihlal etmesi gerekir. Dinî inanç ve duygular, bu bağlamda doğrudan korunmaya değer bir hukuki değer olarak değil; bireyin irade özgürlüğü, kişisel güvenliği ve toplumsal güven ilişkileriyle bağlantılı bir koruma alanı içinde değerlendirilir.
Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle işlenen fiillerde asıl zarar gören hukuki değer, mağdurun serbest iradesidir. Çünkü dinî söylem, mağdurun karar alma sürecini etkileyerek onun özgür iradesini sakatlamakta ve rızasını görünüşte bir kabule indirgemektedir. Bu yönüyle söz konusu suç tipi, yalnızca malvarlığına karşı işlenen bir suç değil; aynı zamanda bireyin irade serbestisine yönelen bir saldırı niteliği taşır. Bu nedenle dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi, sıradan bir yalan veya basit bir kandırma olarak değerlendirilemez. İnanç alanına hitap eden söylemler, bireyin eleştirel düşünme reflekslerini askıya alabilmekte; kutsal referanslar, sorgulamanın ahlaken yasaklanmasına yol açabilmektedir. Ceza hukuku bakımından belirleyici olan da, bu tür bir manipülasyonun mağdur üzerinde yarattığı yoğun etki ve aldatıcılık kapasitesidir.
Dinî Söylemin Aldatıcı Niteliği ve Hile Kavramıyla İlişkisi
Dolandırıcılık suçunun temel unsurlarından biri olan hile, ceza hukuku doktrininde “basit yalanı aşan, mağduru aldatmaya elverişli, yoğun ve ustaca sergilenen davranışlar” olarak tanımlanmaktadır. Hilenin varlığı her somut olayda ayrı ayrı değerlendirilmekte; mağdurun eğitim düzeyi, sosyal durumu, olayın özellikleri ve kullanılan yöntemin niteliği dikkate alınmaktadır.
Dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi hâlinde hilenin yoğunluğu kendiliğinden artmaktadır. Çünkü dinî söylem, sıradan bir bilgi iddiasından farklı olarak kutsallık atfedilen bir alanı temsil eder. “Allah adına konuşma”, “dua ile şifa”, “manevî yetki”, “ilahi izin” gibi söylemler, failin beyanlarını doğrulanamaz ve sorgulanamaz hâle getirmekte; mağdurun eleştirel mesafesini ortadan kaldırmaktadır. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, dinî söylemin içeriğinden ziyade işlevsel etkisidir. Ceza hukuku açısından önemli olan, söylenenlerin dinî açıdan doğru veya yanlış olması değil; bu söylemlerin mağdur üzerinde aldatıcı bir etki yaratıp yaratmadığıdır. Nitekim dinî argümanların kullanılması, fail ile mağdur arasında bilgi ve otorite asimetrisi oluşturarak hilenin kandırıcılık gücünü artırmaktadır.
Dinî Otorite İlişkileri ve Yapısal Eşitsizlik
Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle işlenen suçlarda sıkça rastlanan bir diğer unsur, fail ile mağdur arasındaki yapısal eşitsizliktir. “Hoca”, “şeyh”, “manevî rehber” veya “âlim” sıfatlarıyla kurulan ilişkiler, mağdurun fail karşısında edilgen bir konuma sürüklenmesine yol açmaktadır. Bu tür ilişkilerde fail, yalnızca bireysel bir kişi değil; aynı zamanda kutsal bilgiye erişimi olduğu varsayılan bir otorite figürü olarak algılanmaktadır. Bu algı, mağdurun sorgulama kapasitesini zayıflatmakta ve itaat davranışını ahlaki bir yükümlülük hâline getirmektedir. Ceza hukuku bakımından bu durum, mağdurun rızasının serbest iradeye dayanıp dayanmadığı sorusunu gündeme getirmektedir.
Özellikle kapalı veya yarı kapalı grup yapıları içinde, bireyin kimlik duygusu grup aidiyeti üzerinden yeniden şekillenmekte; eleştiri, itaatsizlik ve şüphe, günah veya ihanet olarak kodlanmaktadır. Bu bağlamda dinî istismar, bireysel bir kandırma eyleminden çok, sistematik ve süreklilik arz eden bir manipülasyon sürecine dönüşebilmektedir.
Görünüşte Rıza ve Hukuken Geçerli Rıza Ayrımı
Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle işlenen suçlarda en tartışmalı konulardan biri, mağdurun rızasının hukuki değeri meselesidir. Ceza hukuku, kural olarak rızayı hukuka uygunluk sebebi olarak kabul eder. Ancak bu rızanın geçerli olabilmesi için, özgür iradeye dayanması ve herhangi bir irade fesadı içermemesi gerekir.
Dinî manipülasyon yoluyla elde edilen rıza, çoğu zaman görünüşte bir rızadır. Mağdur, fiile açıkça onay vermiş gibi görünse de bu onay, kutsal referanslarla şekillendirilmiş bir baskı ortamının ürünüdür. Bu durumda rıza, hukuken geçerli bir irade beyanı olmaktan çıkar; irade fesadı sonucu oluşmuş bir kabule indirgenir. Yargısal uygulamada da bu ayrım giderek daha belirgin hâle gelmektedir. Dinî söylemlerle oluşturulan otorite ilişkileri, mağdurun rıza kapasitesini ortadan kaldırıyorsa, failin “rıza vardı” savunması hukuki değerini yitirmektedir. Bu yaklaşım, ceza hukukunun yalnızca biçimsel değil, maddi adalet anlayışına dayandığını göstermektedir.
Bölüm Sonucu
Dinî inanç ve duyguların ceza hukuku bakımından korunma alanı, ne mutlak bir dokunulmazlık ne de sınırsız bir serbestlik anlayışına dayanmaktadır. Hukuk düzeni, dinin bireysel ve toplumsal hayattaki önemini kabul etmekle birlikte, bu alanın aldatma ve baskı aracı hâline getirilmesine açıkça sınır çizmektedir. Bu bölümde ortaya konulan ilkeler, dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık suçunun neden nitelikli bir suç hâli olarak düzenlendiğini açıklamaktadır. Artık bir sonraki aşamada, dolandırıcılık suçunun genel çerçevesinin ve hile kavramının ceza hukuku bakımından nasıl şekillendiğinin ele alınması gerekmektedir. Bu nedenle çalışmanın bir sonraki bölümünde, dolandırıcılık suçunun genel unsurları ve hilenin normatif sınırları ayrıntılı biçimde incelenecektir.
Dolandırıcılık Suçunun Genel Çerçevesi ve Hile
Dolandırıcılık Suçunun Ceza Hukukundaki Yeri ve Korunan Hukuki Değer
Dolandırıcılık suçu, klasik anlamıyla “aldatma” ve “menfaat temini” ekseninde şekillenen; ancak sonuçları itibarıyla yalnızca malvarlığına yönelik bir saldırı olarak görülemeyecek kadar çok boyutlu bir suç tipidir. TCK sistematiğinde dolandırıcılık, malvarlığına karşı suçlar arasında düzenlenmiş olmakla birlikte, fiilin gerçekleşme biçimi mağdurun irade özgürlüğüne doğrudan müdahale eder. Fail, mağdurun karar alma süreçlerini manipüle ederek iradesini belirli bir yönde şekillendirir; mağdurun kendi özgür değerlendirmesiyle değil, failin oluşturduğu sahte algı dünyasının etkisiyle malvarlığı üzerinde tasarrufta bulunmasını sağlar. Bu yönüyle dolandırıcılık, malvarlığına karşı suç olmanın yanı sıra, irade serbestisini zedeleyen “ilişkisel” bir suç karakteri taşır.
Dolandırıcılığın toplumsal tehlikeliliği yalnızca tekil mağduriyetlerden ibaret değildir. Bu suç, güven ilişkilerinin üzerine kurulu sosyal düzeni aşındırır. İnsanların gündelik hayatlarında karşılaştıkları vaatlere, beyanlara ve yönlendirmelere güvenme ihtiyacı, dolandırıcılığın hedef aldığı temel zemindir. Dolayısıyla dolandırıcılık suçunun koruduğu hukuki değer, yalnızca bireysel malvarlığı değil; aynı zamanda toplumsal ilişkilerde güvenin asgari düzeyde korunmasıdır. Bu güven unsuru, özellikle dinî söylem gibi yüksek inandırıcılık kapasitesine sahip araçlar devreye girdiğinde daha da kritik hâle gelir.
Dolandırıcılık Suçunun Yasal Unsurları
Dolandırıcılık suçunun temel yapısı, aldatıcı davranışlar aracılığıyla mağdurun hataya düşürülmesi, bu hata sonucu mağdurun malvarlığı üzerinde tasarrufta bulunması ve bu tasarrufla failin veya başkasının haksız menfaat temin etmesi şeklinde özetlenebilir. Bu çerçeve, suçun “nedensellik zinciri”nin omurgasını oluşturur: “hile → hata → tasarruf → zarar/haksız yarar“.
Bu suç tipinde mağdurun iradesinin tamamen ortadan kalkması şart değildir; aksine dolandırıcılık çoğu zaman mağdurun görünüşte “kendi iradesiyle” işlem yapması ile gerçekleşir. Ancak bu irade, failin hileli davranışlarıyla yönlendirilmiş ve sakatlanmış bir iradedir. Mağdur, doğru bilgiye dayalı serbest bir tercih yapma imkânını kaybettiği için hukuki anlamda “aldatılmış” sayılır. Bu sebeple dolandırıcılık, cebir veya tehditle değil; kandırma ve ikna yoluyla işlenen bir suçtur.
Suçun tamamlanması bakımından da önemli bir ayrım vardır. Dolandırıcılıkta asıl belirleyici eşik, mağdurun malvarlığı üzerinde tasarrufta bulunmasıdır. Failin hileli davranışı tek başına yeterli değildir; mağdurun bu davranışların etkisiyle hareket etmesi gerekir. Bu nedenle dolandırıcılık suçu, mağdurun hataya düşürülmesiyle değil, hatanın tasarrufa dönüşmesiyle tamamlanır.
Hile Kavramının Normatif Çerçevesi
Dolandırıcılık suçunun en ayırt edici unsuru hiledir. Hile, yalnızca bir yalan söylemek değildir; ceza hukuku bakımından “basit yalanı aşan” ve mağduru aldatmaya elverişli yoğunlukta bir davranış bütünüdür. Bu yaklaşımın temelinde, ceza hukukunun her tür yalanı suç haline getirmeme gerekliliği yatar. Günlük sosyal ilişkilerde yanlış bilgi, abartı, hatta kimi zaman bilinçli yanıltmalar görülebilir; ceza hukuku bunların tamamını suçlaştırmaz. Dolandırıcılık suçunu diğer haksız fiillerden ayıran eşik, hilenin mağduru hataya sürükleyecek derecede “nitelikli” olmasıdır.
Hile, çoğu zaman sözlerle gerçekleştirilse de, sadece sözlerden ibaret değildir. Planlı davranışlar, sahte belgeler, kurgu senaryolar, görünüş yaratma ve güven tesis etmeye yönelik sembolik pratikler hilenin parçası olabilir. Bu noktada hile, bir “iletişim tekniği” değil, mağdurun gerçekliği algılama biçimini dönüştüren bir “algı yönetimi” sürecidir. Fail, mağdurun değerlendirme mekanizmasını devre dışı bırakacak bir yapı kurar; mağdur, gerçeği doğrulama ihtiyacı duymadan hareket etmeye yöneltilir.
Hile unsurunun varlığı bakımından ölçüt, failin davranışlarının soyut olarak aldatıcı olup olmadığı değil; somut olayda mağduru aldatmaya elverişli olup olmadığıdır. Bu değerlendirme, olayın koşullarıyla birlikte yapılır. Mağdurun eğitim düzeyi, yaşantısı, sosyal çevresi, faille ilişkisi, güven ilişkisi, içinde bulunduğu psikolojik durum ve aldatma yönteminin sahneleniş biçimi değerlendirmede rol oynar.
Basit Yalan – Nitelikli Yalan Ayrımı ve Ceza Hukukunun Sınırı
Hile kavramının basit yalanı aşması gerektiği yönündeki yaklaşım, ceza hukukunun “son çare” olma niteliğiyle uyumludur. Aksi halde her yanıltıcı davranış, ceza hukuku yaptırımına bağlanabilir ve hukuk düzeni ölçüsüz bir cezalandırma alanına dönüşür. Bu nedenle hile, mağduru hataya düşürecek yoğunlukta olmalı; mağdurun normal şartlarda göstereceği dikkat ve özeni etkisiz bırakacak şekilde kurgulanmalıdır.
Bu ayrım, özellikle dinî söylemle bağlantılı dolandırıcılık vakalarında daha hassas hale gelir. Dinî içerikli bir söylemin “doğru mu, yanlış mı” olduğu, hukuk düzeninin değerlendirebileceği bir alan değildir. Ancak bu söylem, mağdurun rasyonel değerlendirme yetisini zayıflatacak biçimde sunulmuş; fail, kendisini sorgulanamaz bir dinî otorite olarak konumlandırmış ve bu sayede mağdurun iradesini yönlendirmişse, burada basit yalan sınırı aşılmış olur. Hilenin yoğunluğu, söylemin içeriğinden çok, mağdur üzerinde yarattığı etkiden ve sahneleniş biçiminden doğar.
Hatanın Rolü: Mağdurun Yanılgısı ve Nedensellik Bağı
Dolandırıcılık suçunda hata, hilenin mağdur zihninde oluşturduğu yanlış kanaattir. Hata unsuru, hilenin mağdur üzerinde etkili olduğunu gösteren zihinsel aşamadır. Ancak her yanlış kanaat dolandırıcılık için yeterli değildir; bu hatanın mağdurun malvarlığı üzerinde tasarruf yapmasına neden olması gerekir. Dolandırıcılığın suç yapısında bu nedenle nedensellik bağı çok belirgindir.
Hata, çoğu zaman failin sunduğu sahte anlatıya inanmak şeklinde ortaya çıkar. Mağdur, failin iddiasını doğru kabul ederek hareket eder. Ancak hatanın “tamamen gerçek dışı” veya “mutlaka olağanüstü” olması aranmaz; önemli olan, mağdurun güven ilişkisinin istismar edilmesi ve doğru bilgiye erişim imkânının fiilen etkisiz bırakılmasıdır. Dinî istismar vakalarında mağdurun hatası, “kutsal bir otoritenin sözüne güvenme” şeklinde tezahür eder. Burada hata, salt bilgi yanılgısı değil; aynı zamanda değer yanılgısıdır: mağdur, kutsal saydığı bir referansın onu yanıltmayacağı varsayımıyla hareket eder.
Malvarlığı Tasarrufu ve Zarar – Yarar Dengesi
Dolandırıcılıkta mağdurun malvarlığı üzerinde tasarrufta bulunması, suçun maddi sonucunu doğurur. Tasarruf; para verme, mal teslim etme, borç altına girme, hak devri yapma gibi çeşitli biçimlerde gerçekleşebilir. Bu tasarruf, mağdur açısından zarar, fail açısından ise haksız yarar doğurur.
Zararın kapsamı yalnızca fiilen verilen şeyle sınırlı değildir; mağdurun ekonomik durumunda meydana gelen olumsuz değişim de zarar olarak değerlendirilir. Haksız yarar ise failin malvarlığına geçen değerle veya borçtan kurtulma gibi ekonomik avantajlarla ortaya çıkabilir. Bu bakımdan dolandırıcılık suçu, mağdurun malvarlığında azalma ve failin malvarlığında artma şeklinde ikili bir sonuç doğurur.
Dinî inanç ve duygu istismarına dayalı dolandırıcılık vakalarında tasarruf genellikle “dua okutma”, “muska yazma”, “büyü bozma”, “hayırlı iş yapma” gibi gerekçelerle meşrulaştırılır. Bu meşrulaştırma, mağdurun tasarrufu bir ekonomik işlem değil, kutsal bir yükümlülük veya manevi yatırım olarak görmesine yol açar. Böylece tasarruf daha kolay ve daha az sorgulanarak gerçekleşir.
Manevi Telkin, Güven İlişkisi ve Hilenin Yoğunlaşması
Dolandırıcılık suçunun klasik örneklerinde hile çoğu zaman tek seferlik bir aldatma olarak gerçekleşebilir. Oysa dinî manipülasyon temelli dolandırıcılıklarda süreçsel bir yapı görülür. Fail, mağdurun güvenini aşamalı biçimde inşa eder. Önce küçük vaatlerle ikna sağlar, semboller ve ritüellerle “sahicilik” izlenimi yaratır, ardından mağdurun çevresini izole edebilir veya mağdurun sorgulama refleksini “günah”, “şeytan vesvesesi”, “iman zayıflığı” gibi kavramlarla bastırabilir. Bu aşamalı yapı, hilenin yoğunluğunu artırır ve suçun mağdur üzerindeki etkisini kalıcı hâle getirir.
Bu süreç, yalnızca malvarlığına yönelik zarar üretmez; mağdurun psikolojik bütünlüğünü, kimlik duygusunu ve sosyal ilişkilerini de aşındırabilir. Bu nedenle dinî istismar temelli dolandırıcılık vakaları, ceza hukuku bakımından sıradan dolandırıcılık vakalarına göre daha yüksek bir toplumsal tehlikelilik taşır.
Bölüm Sonucu
Bu bölümde ortaya konulduğu üzere dolandırıcılık suçu, hileli davranışlarla mağdurun hataya düşürülmesi ve bu hata sonucu malvarlığı tasarrufunda bulunmasıyla tamamlanan, güven ilişkilerini zedeleyen bir suç tipidir. Hile kavramı, ceza hukukunun sınırlarını belirleyen temel eşiktir ve her olayda somut koşullar içinde değerlendirilmelidir. Bu genel çerçeve, dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle dolandırıcılığın neden nitelikli hâl olarak düzenlendiğini daha açık hale getirmektedir. Zira dinî söylemin mağdur üzerindeki etkisi, hilenin kandırıcılık kapasitesini artırmakta; mağdurun rasyonel değerlendirme imkanını azaltmakta ve güven ilişkisini kutsallık üzerinden tahkim etmektedir. Bu nedenle bir sonraki bölümde, dolandırıcılık suçunun nitelikli hâllerinden biri olan dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık suçunun normatif yapısı, unsurları ve uygulama sınırları ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
Dinî İnanç ve Duyguların İstismarı Suretiyle Dolandırıcılık
Nitelikli Hâl Olarak Dinî İnanç ve Duyguların İstismarı
TCK’nın 158/1-a maddesi, dolandırıcılık suçunun “dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle” işlenmesini nitelikli hâl olarak düzenlemiştir. Kanun koyucu bu tercihle, dinî söylemin aldatıcılık kapasitesinin sıradan yalanlara kıyasla daha yoğun ve etkili olduğunu kabul etmiş; mağdurun iradesi üzerindeki baskının niteliğini dikkate alarak daha ağır bir yaptırım öngörmüştür. Bu düzenleme, dinin içeriğine veya doğruluğuna ilişkin bir değerlendirme değil; dinin araçsallaştırılarak aldatma amacıyla kullanılmasına yöneliktir.
Madde gerekçesinde de açıkça vurgulandığı üzere, nitelikli hâlin oluşabilmesi için dinin “bir aldatma aracı” olarak kullanılması gerekir. Dolayısıyla failin dinî bir söylemde bulunması tek başına yeterli değildir. Belirleyici olan, bu söylemin mağdurun iradesini fesada uğratacak biçimde kurgulanması ve haksız menfaat teminine elverişli bir hileye dönüşmesidir.
“İstismar” Kavramının Hukuki İçeriği
İstismar kavramı, ceza hukuku bakımından salt yararlanmayı değil; bir değer veya ilişkinin özüne aykırı biçimde, karşı tarafın zayıflıklarından faydalanılarak sömürülmesini ifade eder. Dinî inanç ve duyguların istismarında da fail, mağdurun kutsala duyduğu saygıyı, güveni ve teslimiyeti kendi lehine kullanır. Bu kullanım, çoğu zaman mağdurun sorgulama kapasitesini zayıflatır ve eleştirel düşünmeyi “günah”, “şeytan vesvesesi” veya “iman eksikliği” gibi kavramlarla bastırır.
Bu bağlamda istismar, yalnızca dinî sembollerin zikredilmesiyle sınırlı değildir. Failin kendisini “hoca”, “şeyh”, “alim”, “manevi rehber” gibi sıfatlarla konumlandırması; dua, mevlit, muska, büyü bozma, şifa verme gibi ritüelleri aldatma senaryosunun parçası hâline getirmesi; mağdur ile fail arasında asimetrik bir güç ilişkisi kurar. Ceza hukuku açısından önemli olan, bu ilişkinin mağdurun iradesini yönlendiren bir baskı mekanizmasına dönüşüp dönüşmediğidir.
Hilenin Dinî Söylemle Yoğunlaşması
Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılıkta hile, klasik dolandırıcılık örneklerine kıyasla daha karmaşık ve çoğu zaman süreçsel bir nitelik taşır. Fail, tek seferlik bir yalanla değil; aşamalı olarak inşa edilen bir güven ilişkisiyle hareket eder. Önce mağdurun inanç dünyasına hitap eden söylemler geliştirilir, ardından bu söylemler ritüellerle pekiştirilir ve nihayet ekonomik tasarruf talebi “manevi gereklilik” olarak sunulur.
Yargıtay içtihadında da hilenin bu yoğunlaştırıcı etkisine sıkça dikkat çekilmektedir. Özellikle dua okutma, hocaya okuma, bereketlendirme, belayı defetme gibi ifadelerle kurulan anlatılar, mağdurun malvarlığı üzerindeki tasarrufunu sıradan bir ekonomik işlem olmaktan çıkararak kutsal bir edim hâline dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, mağdurun rasyonel değerlendirme refleksini zayıflatır ve tasarrufun daha az sorgulanarak yapılmasına yol açar.
Yargıtay İçtihadında Dinî İstismar Ölçütleri
Yargıtay, dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık suçunun tespitinde bazı ortak ölçütler geliştirmiştir. Bu ölçütler, her somut olayda ayrı ayrı değerlendirilmekle birlikte, içtihatlarda belirgin bir süreklilik göstermektedir.
Ceza Genel Kurulu’nun 24.09.2013 tarihli ve 2012/15-1365 Esas, 2013/381 Karar sayılı ilamında; sanığın, mağdura “mevlit okutma”, “hocaya para okutma”, “bereketlendirme” gibi dinî içerikli söylemlerle yaklaşarak parasını alması olayında, dinî inanç ve duyguların aldatma aracı olarak kullanıldığı açıkça kabul edilmiştir. Kararda, dinî ritüellerin ve sembollerin mağdurun iradesi üzerinde baskı yarattığı; bu baskının basit yalanı aşan nitelikli bir hile oluşturduğu vurgulanmıştır. Benzer şekilde Yargıtay 15. Ceza Dairesi’nin 09.10.2019 tarihli ve 2017/7840 Esas, 2019/9676 Karar sayılı kararında; sanığın, hasta bir çocuk üzerinden “hoca” figürü yaratarak şifa vaadiyle para temin etmesi dinî inanç ve duyguların istismarı kapsamında değerlendirilmiştir. Daire, mağdurun çocuğunun iyileşeceği umuduyla hareket ettiğini; bu umudun dinî referanslarla beslenmesinin hileyi yoğunlaştırdığını belirtmiştir. Yine Yargıtay 15. Ceza Dairesi’nin 15.03.2021 tarihli ve 2017/32908 Esas, 2021/2986 Karar sayılı ilamında; sanığın mağdura “kefen”, “bela”, “namaz”, “dua” gibi kavramlarla yaklaşarak altınlarını alması olayında nitelikli dolandırıcılık suçunun unsurlarının oluştuğu kabul edilmiştir. Kararda, mağdurun görünüşte rızasının dinî telkinlerle şekillendiği ve hukuken geçerli bir irade açıklaması olarak kabul edilemeyeceği ifade edilmiştir. Yargıtay 15. Ceza Dairesi’nin 07.10.2020 tarihli ve 2017/26910 Esas, 2020/9642 Karar sayılı kararında da benzer bir yaklaşım benimsenmiş; sanıkların fakirlere dağıtılacağı vaadiyle para verip ardından dua gerekçesiyle mağdurun ziynet eşyalarını almaları dinî inanç ve duyguların istismarı olarak nitelendirilmiştir.
Bu içtihatlar, Yargıtay’ın dinî söylemin aldatma aracı olarak kullanılmasına karşı istikrarlı ve koruyucu bir yaklaşım benimsediğini göstermektedir.
Görünüşte Rıza – Hukuken Geçerli Rıza Ayrımı
Dinî istismar temelli dolandırıcılık vakalarında en tartışmalı meselelerden biri, mağdurun rızasının hukuki niteliğidir. Mağdur çoğu zaman parasını veya malını kendi eliyle vermekte; bu durum görünüşte bir rıza izlenimi doğurmaktadır. Ancak ceza hukuku bakımından belirleyici olan, bu rızanın özgür ve bilinçli bir irade açıklamasına dayanıp dayanmadığıdır.
Yargıtay, dinî manipülasyonla şekillenen rızayı “görünüşte rıza” olarak nitelendirmekte ve hukuken geçerli kabul etmemektedir. Zira mağdurun iradesi, failin oluşturduğu kutsal referanslar ve manevi baskı altında fesada uğramıştır. Bu bağlamda rıza, TCK m. 26 anlamında bir hukuka uygunluk nedeni oluşturmaz; aksine suçun işleniş biçimini ağırlaştıran bir unsur hâline gelir.
Dinî İstismarın Toplumsal ve Kriminolojik Boyutu
Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık, bireysel bir suç olmanın ötesinde toplumsal güveni zedeleyen bir olgudur. Bu tür fiiller, yalnızca mağdurun malvarlığında değil; inanç sisteminde, sosyal ilişkilerinde ve devlete olan güveninde de tahribat yaratır. Mağdur, hem ekonomik zarara uğramakta hem de kutsal değerlerinin araçsallaştırılması nedeniyle derin bir hayal kırıklığı yaşamaktadır.
Bu yönüyle söz konusu suç tipi, klasik dolandırıcılıktan daha yüksek bir kriminolojik tehlikelilik arz eder. Failin dinî söylemi kullanması, benzer mağduriyetlerin zincirleme biçimde ortaya çıkmasına ve kimi zaman örgütlü yapıların oluşmasına zemin hazırlayabilir.
Bölüm Sonucu
Bu bölümde, dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık suçunun normatif yapısı, hile unsurunun dinî söylemle nasıl yoğunlaştığı ve Yargıtay içtihadında benimsenen ölçütler ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Görüldüğü üzere bu suç tipi, mağdurun iradesini hedef alan özel bir manipülasyon biçimine dayanmakta ve bu nedenle nitelikli hâl olarak düzenlenmektedir. Bu noktadan sonra yapılması gereken, dinî manipülasyonun mağdur iradesi üzerindeki etkisini daha yakından incelemek ve özellikle irade fesadı, hileyle şekillenen rıza ve ceza hukuku bakımından rızanın sınırları konularını derinleştirmektir. Bu amaçla bir sonraki bölümde, dinî telkin ve manevi baskının irade özgürlüğü üzerindeki etkileri ile görünüşte rıza – geçerli rıza ayrımı, içtihat ve doktrin ışığında ele alınacaktır.
Dinî Manipülasyon, İrade Fesadı ve Rıza Kavramı
Ceza Hukukunda İrade Özgürlüğünün Korunması
Ceza hukukunun temel koruma alanlarından biri, bireyin özgür iradesiyle karar verebilme yetisidir. Özellikle malvarlığına ve beden dokunulmazlığına karşı işlenen suçlarda, mağdurun iradesinin sakatlanıp sakatlanmadığı, suçun varlığı ve niteliği bakımından belirleyici rol oynar. Dolandırıcılık suçunun diğer malvarlığı suçlarından ayrıldığı temel nokta da burada ortaya çıkar: Dolandırıcılık, mağdurun rızasının hile yoluyla elde edilmesini esas alır. Bu nedenle ceza hukuku, yalnızca cebir ve tehditle iradenin ortadan kaldırılmasını değil; daha sofistike yöntemlerle, özellikle hile ve manipülasyon yoluyla iradenin yönlendirilmesini de koruma alanına dahil etmiştir. Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle gerçekleştirilen fiillerde ise bu yönlendirme, sıradan aldatma biçimlerinden çok daha derin ve kalıcı sonuçlar doğurabilmektedir.
Dinî Manipülasyonun İrade Üzerindeki Etkisi
Dinî manipülasyon, mağdurun yalnızca ekonomik veya bedensel tasarruflarını değil, anlam dünyasını ve ahlaki pusulasını hedef alan bir etki mekanizmasıdır. Fail, mağdurun kutsala duyduğu saygıyı, korkuyu, umut ve teslimiyet duygusunu harekete geçirerek, onun davranışlarını yönlendirme imkânı elde eder. Bu yönlendirme çoğu zaman mağdur tarafından bir baskı olarak algılanmaz; aksine “doğru olanı yapma”, “manevi yükümlülüğü yerine getirme” veya “imtihandan geçme” şeklinde içselleştirilir. Bu durum, dinî manipülasyonu ceza hukuku bakımından özellikle tehlikeli kılan unsurdur. Zira mağdur, kendi iradesiyle hareket ettiğini düşünmekte; fakat gerçekte bu irade, fail tarafından önceden kurgulanmış bir söylem ve ritüel bütünlüğü içinde şekillendirilmektedir. Bu tür vakalarda irade, görünürde mevcuttur; ancak özgür değildir.
Hile Yoluyla Sakıtlanan Rıza ve “Görünüşte Rıza”
Ceza hukukunda rıza, ancak özgür, bilinçli ve irade fesadından uzak olduğu takdirde hukuki sonuç doğurur. TCK’nın 26. maddesinde düzenlenen “ilgilinin rızası” hukuka uygunluk nedeni, kişinin üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği bir hakka ilişkin ve geçerli bir irade açıklamasına dayanmalıdır.
Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle işlenen suçlarda ise mağdurun rızası çoğu zaman bu koşulları taşımamaktadır. Mağdur parasını vermekte, altınını teslim etmekte veya belirli davranışlarda bulunmakta; ancak bu tasarruf, dinî telkinle şekillenmiş bir yanılgının ürünüdür. İşte bu noktada doktrinde ve Yargıtay içtihatlarında “görünüşte rıza” kavramı devreye girmektedir. Görünüşte rıza, mağdurun dış dünyaya yansıyan irade açıklamasının, içsel olarak özgür bir tercih sürecine dayanmaması hâlidir. Failin kullandığı dinî argümanlar, mağdurun karar alma sürecini belirlemiş; rıza, aldatmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle bu tür rızalar, ceza hukuku bakımından hukuken geçersizdir.
Yargıtay Uygulamasında Rıza Değerlendirmesi
Yargıtay, dinî istismar vakalarında rıza değerlendirmesini son derece titiz biçimde yapmaktadır. Özellikle mağdurun eğitimi, sosyal çevresi, dinî bilgi düzeyi, faille arasındaki ilişki ve kullanılan söylemin yoğunluğu birlikte ele alınmaktadır.
Ceza Genel Kurulu’nun 24.09.2013 tarihli ve 2012/15-1365 Esas, 2013/381 Karar sayılı kararında; mağdurun parayı kendi rızasıyla teslim etmiş olmasına rağmen, bu rızanın dinî telkin ve aldatıcı söylemlerle şekillendiği açıkça belirtilmiş ve hukuken geçerli kabul edilmemiştir. Kurul, mevlit okutma, dua ve bereketlendirme gibi kavramların, mağdurun irade özgürlüğünü baskı altına aldığını vurgulamıştır. Benzer şekilde Yargıtay 15. Ceza Dairesi’nin 15.03.2021 tarihli ve 2017/32908 Esas, 2021/2986 Karar sayılı ilamında; mağdurun namaz kılması ve dini ritüellerle meşgul edilmesi sırasında altınlarının alınması olayında, mağdurun davranışlarının rıza olarak değerlendirilemeyeceği açıkça ifade edilmiştir. Daire, dinî yönlendirme ile oluşturulan teslimiyet hâlinin irade fesadı doğurduğunu kabul etmiştir.
Bu kararlar, Yargıtay’ın dinî manipülasyon karşısında rıza kavramını dar yorumladığını ve mağdur lehine koruyucu bir yaklaşım benimsediğini göstermektedir.
5. Dinî Otorite, Teslimiyet ve Yapısal İrade Fesadı
Dinî manipülasyon vakalarının önemli bir kısmı, otorite–itaat ilişkisi içinde gerçekleşmektedir. Failin “hoca”, “şeyh” veya “manevi rehber” sıfatıyla kurduğu konum, mağdur açısından sorgulanamaz bir meşruiyet zemini yaratır. Bu zeminde mağdurun iradesi, tekil bir aldatma anında değil; zaman içinde ve sistematik biçimde şekillenir.
Bu tür ilişkilerde irade fesadı, klasik anlamda ani bir yanılgıdan ibaret değildir. Aksine, mağdurun düşünme ve karar verme süreçleri aşamalı olarak yeniden yapılandırılır. Ceza hukuku bakımından bu durum, yapısal irade fesadı olarak nitelendirilebilir. Yapısal irade fesadında mağdur, failin söylemini sorgulama yetisini kaybetmiş; itaati ahlaki ve dinî bir zorunluluk olarak içselleştirmiştir.
Bu nedenle özellikle kapalı veya yarı kapalı dinî gruplar içinde işlenen suçlarda, rıza iddiaları çok daha dikkatli değerlendirilmelidir. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 25.04.2024 tarihli ve 2022/13166 Esas, 2024/3654 Karar sayılı ilamında; dinî argümanlarla kurulan hiyerarşik yapı içinde mağdurların rızasının hukuken geçerli kabul edilemeyeceği ayrıntılı biçimde ortaya konulmuştur.
Dinî Manipülasyonun Dolandırıcılığı Aşan Boyutları
Dinî inanç ve duyguların istismarı, her zaman yalnızca malvarlığına karşı işlenen suçlarla sınırlı kalmamaktadır. Yargısal uygulamada açıkça görüldüğü üzere, aynı manipülasyon teknikleri cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda da kullanılabilmektedir. Bu durum, dinî manipülasyonun çok katmanlı bir suç yöntemi olduğunu göstermektedir.
Failin dinî otorite kurarak mağdurun iradesini yönlendirmesi, kimi zaman ekonomik çıkar, kimi zaman cinsel sömürü, kimi zaman da örgütsel bağlılık yaratma amacıyla kullanılabilmektedir. Ceza hukuku açısından ortak payda, her durumda mağdur iradesinin hile ve baskı yoluyla sakatlanmasıdır.
Bölüm Sonucu
Bu bölümde, dinî manipülasyonun irade özgürlüğü üzerindeki etkisi ve rıza kavramı ceza hukuku perspektifinden ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Görüldüğü üzere dinî telkinle şekillenen rıza, hukuken geçerli bir irade açıklaması değildir. Aksine bu tür rızalar, suçun oluşumuna engel değil; çoğu zaman suçun nitelikli hâlinin en önemli göstergesidir. Bu noktada çalışmanın bir sonraki aşamasında, Yargıtay içtihatlarının sistematik bir tasnifinin yapılması ve dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık suçuna ilişkin uygulama sınırlarının daha net biçimde ortaya konulması gerekmektedir.
Yargıtay İçtihatlarının Sistematik Analizi ve Uygulama Sınırları
Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık suçu, soyut normun somut olaya uygulanmasında geniş bir takdir alanı barındırdığı için, Yargıtay içtihatları bu suç tipinin gerçek sınırlarını belirleyen asli kaynaktır. Kanun metni, istismarın varlığına ilişkin genel bir çerçeve çizmekte; bu çerçevenin içinin nasıl doldurulacağı ise büyük ölçüde içtihadi yorumla şekillenmektedir. Bu bölümde Yargıtay kararları, kronolojik bir sıralamadan ziyade kavramsal ve fonksiyonel bir tasnif esas alınarak ele alınacaktır. Böylece uygulamada hangi fiillerin nitelikli dolandırıcılık kapsamında değerlendirildiği, hangi durumlarda ise suçun unsurlarının oluşmadığı net biçimde ortaya konulacaktır.
Dinî Söylemin Açıkça Aldatma Aracı Olarak Kullanıldığı Hâller
Yargıtay uygulamasında en açık ve tartışmasız vakalar, dinî kavramların doğrudan aldatma aracı olarak kullanıldığı durumlardır. “Hocaya okutma”, “dua ile bereketlendirme”, “muska yazma”, “büyü bozma”, “belayı defetme” gibi söylemler, failin haksız menfaat elde etme amacıyla dinî sembolleri sistematik biçimde kullandığını göstermektedir.
Yargıtay 15. Ceza Dairesi’nin 04.06.2013 tarihli ve 2013/9739 Esas, 2013/10408 Karar sayılı ilamında; sanıkların kendilerini “medyum” ve “hoca” olarak tanıtarak, toprak altındaki gömüyü dua ve törenlerle altına çevirecekleri vaadiyle mağdurun para ve altınlarını almaları, dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle nitelikli dolandırıcılık olarak kabul edilmiştir. Kararda özellikle dinin “aldatma aracı” olarak kullanıldığı vurgulanmıştır. Benzer şekilde Yargıtay 15. Ceza Dairesi’nin 07.10.2020 tarihli ve 2017/26910 Esas, 2020/9642 Karar sayılı kararında; fakirlere dağıtılacağı söylenen paranın dua bahanesiyle geri alınması ve mağdurun altınlarının elde edilmesi, dinî istismarın hileyi yoğunlaştıran bir unsur olduğu gerekçesiyle nitelikli dolandırıcılık kapsamında değerlendirilmiştir.
Bu tür kararlarda Yargıtay’ın yaklaşımı nettir: Dinî söylem, mağdurun irade serbestisini zayıflatan ve hilenin kandırıcılık gücünü artıran bir araçtır.
Dinî Ritüellerle Desteklenen Planlı ve Aşamalı Aldatma
Bazı olaylarda dinî istismar, tek bir söylemle değil; ritüel, zaman ve mekân unsurlarıyla desteklenen planlı bir süreç içinde gerçekleşmektedir. Bu tür vakalarda fail, mağdurun güvenini kademeli olarak inşa etmekte ve aldatma fiilini bu güven ilişkisi üzerine kurmaktadır.
Yargıtay 15. Ceza Dairesi’nin 15.03.2021 tarihli ve 2017/32908 Esas, 2021/2986 Karar sayılı ilamında; sanığın mağdura evde “kefen” bulunduğunu söylemesi, namaz kılmasını istemesi ve belanın def’i için altınların ritüel çerçevesinde teslim alınması, hilenin basit bir yalanı aşan, planlı ve ustaca sergilenen bir davranış olduğu gerekçesiyle nitelikli dolandırıcılık olarak nitelendirilmiştir.
Bu tür kararlar, Yargıtay’ın yalnızca kullanılan sözlere değil, sürecin bütününe baktığını göstermektedir. Aldatmanın ritüelize edilmesi, hilenin ağırlığını ve mağdur üzerindeki etkisini artıran bir unsur olarak kabul edilmektedir.
Dinî Söylemin Bulunduğu Ancak Hilenin Yeterli Görülmediği Hâller
Yargıtay içtihatlarında dikkat çeken bir diğer grup, dinî söylemin kullanıldığı hâlde hilenin kandırıcı nitelikte görülmediği vakalardır. Bu tür kararlarda Yargıtay, dinî referansın varlığını tek başına yeterli kabul etmemekte; hile – menfaat – nedensellik bağını titizlikle aramaktadır.
Yargıtay 15. Ceza Dairesi’nin 13.02.2014 tarihli ve 2012/15718 Esas, 2014/2639 Karar sayılı kararında; hac organizasyonu vaadiyle para alınmasına rağmen, somut olayda sanıkların hileli davranışlarının yeterli yoğunlukta olmadığı gerekçesiyle beraat hükmü onanmıştır. Kararda, dinî bir faaliyetin konu edilmesinin otomatik olarak dinî istismar anlamına gelmeyeceği vurgulanmıştır.
Bu yaklaşım, ceza hukukunun genişletici yoruma kapalı yapısıyla uyumludur. Yargıtay, dinî söylem içeren her uyuşmazlığı nitelikli dolandırıcılık kapsamına almaktan bilinçli olarak kaçınmaktadır.
Yalın Dolandırıcılık – Nitelikli Dolandırıcılık Ayrımında Ölçütler
Ceza Genel Kurulu’nun 24.09.2013 tarihli ve 2012/15-1365 Esas, 2013/381 Karar sayılı ilamı, bu ayrımın en kapsamlı biçimde tartışıldığı kararlardan biridir. Kurul, dinî söylemin aldatma aracı olarak kullanılıp kullanılmadığını değerlendirirken şu ölçütlere özel önem atfetmiştir: “Mağdurun dinî duygularına hitap eden söylemlerin, onun iradesini baskı altına alıp almadığı“; “kullanılan sözlerin basit bir yalan mı yoksa nitelikli bir hile mi olduğu“; “dinî ritüellerin aldatma sürecinin merkezinde yer alıp almadığı“. Kurul, mevlit okutma ve dua gibi kavramların olayın bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, dinî inanç ve duyguların istismar edildiği sonucuna ulaşmıştır. Bu karar, Yargıtay’ın olay bazlı değerlendirme yaklaşımının en açık örneklerinden biridir.
Dinî İstismarın Dolandırıcılığı Aşan Alanlarda Kullanılması
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 25.04.2024 tarihli ve 2022/13166 Esas, 2024/3654 Karar sayılı ilamı, dinî manipülasyonun yalnızca malvarlığına karşı suçlarda değil, cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda da belirleyici rol oynayabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Kararda, dinî argümanlarla kurulan otorite ilişkisinin mağdur rızasını geçersiz kıldığı ayrıntılı biçimde ortaya konulmuştur. Bu karar, dinî istismarın ceza hukuku bakımından çok boyutlu bir risk alanı yarattığını ve yalnızca TCK m.158/1-a ile sınırlı düşünülmemesi gerektiğini göstermektedir.
İçtihatlardan Çıkan Temel İlkeler
Yargıtay içtihatlarının bütüncül değerlendirilmesi, dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık suçunun uygulama sınırlarını belirleyen bazı temel ilkeleri ortaya koymaktadır. Dinî söylemin aldatma aracı olarak kullanılması, hilenin kandırıcılık gücünü artıran asli bir unsurdur. Ancak bu söylemin mutlaka somut haksız menfaat teminiyle bağlantılı olması gerekir. Ayrıca mağdurun rızası, dinî telkinle şekillenmişse hukuken geçerli kabul edilmez.
Bölüm Sonucu
Bu bölümde Yargıtay’ın konuya ilişkin içtihatları sistematik biçimde analiz edilmiştir. Görüldüğü üzere Yargıtay, bir yandan dinî istismara karşı güçlü bir koruma refleksi geliştirmiş; diğer yandan ceza hukukunun son çare olma ilkesini gözeterek her dinî referansı suç kapsamına almaktan kaçınmıştır. Bu denge, din özgürlüğü ile bireyin irade özgürlüğü arasındaki hassas ilişkinin ceza hukuku eliyle korunmasını amaçlayan bilinçli bir içtihadi çizgiye işaret etmektedir.
Karşılaştırmalı ve Uluslararası Hukuk Perspektifi
Dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle aldatma olgusu, Türkiye’ye özgü bir problem değildir. İnanç temelli manipülasyon, farklı hukuk sistemlerinde değişik kavramsallaştırmalar altında ele alınmakta; kimi ülkelerde dolandırıcılık suçunun nitelikli bir görünümü, kimi ülkelerde ise irade özgürlüğüne karşı işlenen bağımsız bir ihlal olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle TCK’nın 158/1-a maddesinde yer alan düzenlemenin daha iyi anlaşılabilmesi için karşılaştırmalı ve uluslararası hukuk perspektifi kaçınılmazdır.
Karşılaştırmalı inceleme, yalnızca normatif benzerlikleri değil; hukuk sistemlerinin din – hukuk – özgür irade ilişkisini nasıl kurduklarını da ortaya koymaktadır. Bu bağlamda özellikle Anglo – Sakson hukukunda geliştirilen “spiritual fraud”, “religious manipulation” ve “coercive persuasion” kavramları dikkat çekmektedir.
Anglo–Sakson Hukukunda “Spiritual Fraud” Kavramı
Anglo–Sakson hukuk sistemlerinde “spiritual fraud”, dinî veya ruhani iddialar aracılığıyla bireyin maddi veya manevi çıkarlarının sömürülmesini ifade eden bir üst kavram olarak kullanılmaktadır. Bu kavram, genellikle klasik dolandırıcılık suçunun bir alt türü olarak ele alınmakta; failin mağdurun inanç sistemini bilerek ve isteyerek araçsallaştırması hâlinde hilenin ağırlaştığı kabul edilmektedir.
Amerikan federal yargı uygulamasında, özellikle “wire fraud” ve “mail fraud” davalarında dinî söylemle desteklenen aldatma fiilleri sıkça gündeme gelmiştir. Mahkemeler bu tür vakalarda, dinin içeriğini tartışmaktan kaçınmakta; ancak failin iddialarını gerçek dışı olduğunu bilerek, mağdurun güvenini kötüye kullanmak suretiyle menfaat temin edip etmediğine odaklanmaktadır. Bu yaklaşım, Türkiye uygulamasındaki “dinî inanç ve duyguların istismarı” anlayışıyla büyük ölçüde örtüşmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Hukukunda İnanç ve İrade İlişkisi
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, doğrudan “dinî dolandırıcılık” başlığı altında kararlar vermemekle birlikte, din özgürlüğü ile bireyin irade özgürlüğü arasındaki sınırları çizen önemli içtihatlar geliştirmiştir. Mahkeme’ye göre devletler, din özgürlüğüne müdahale ederken son derece temkinli davranmalıdır; ancak bu özgürlük, başkalarının hak ve özgürlüklerini ihlal edecek biçimde kullanılamaz. AİHM’in çeşitli kararlarında vurguladığı üzere, bir inanç sisteminin baskı, tehdit veya aldatma yoluyla benimsetilmesi, din özgürlüğünün koruma alanı dışında kalmaktadır. Bu yaklaşım, Türk ceza hukuku uygulamasında dinî istismarın neden nitelikli bir dolandırıcılık hâli olarak düzenlendiğini açıklayan önemli bir kavramsal dayanak sunmaktadır.
“Coercive Persuasion” ve Psikolojik Zorlama Teorileri
Uluslararası literatürde özellikle kapalı gruplar, tarikat benzeri yapılanmalar ve kültler bağlamında geliştirilen “coercive persuasion” (zorlayıcı ikna) teorisi, dinî manipülasyonun ceza hukuku açısından neden sıradan bir aldatma olarak görülemeyeceğini ortaya koymaktadır. Bu teoriye göre bireyin iradesi, uzun süreli telkin, izolasyon, korku, umut ve kutsallık söylemleriyle aşamalı biçimde şekillendirilebilir. Bu bağlamda rıza, görünüşte var olsa dahi, gerçekte özgür iradeye dayanmayan bir davranış hâline gelmektedir. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar bağlamında geliştirdiği içtihatlar, bu teorik çerçeveyle büyük ölçüde paralellik arz etmektedir. Dinî argümanlarla kurulan otorite ilişkisi, mağdurun irade serbestisini ortadan kaldıran bir baskı mekanizması olarak değerlendirilmiştir.
Dinî Manipülasyonun Hukuken Sınırlandırılabilirliği Sorunu
Karşılaştırmalı hukuk incelemesinin ortaya koyduğu temel sorunlardan biri, dinî manipülasyonun hangi noktada hukuki müdahaleyi gerektirdiğidir. Hukuk düzenleri, dinî söylemin eleştirisi ile dinin aldatma aracı olarak kullanılması arasındaki sınırı dikkatle çizmektedir. Bu sınır, genellikle şu noktada belirginleşmektedir: Failin inancı değil, fiili yargılanır. Türk ceza kanunu uygulamasında da benimsendiği üzere, dinin içeriği veya doğruluğu değil; dinî söylemin haksız menfaat temini amacıyla kullanılıp kullanılmadığı önemlidir. Bu yaklaşım, laiklik ilkesinin ceza hukuku alanındaki somut tezahürü olarak değerlendirilebilir.
TCK Hükmünün Karşılaştırmalı Konumu
TCK’nun 158/1-a maddesi, karşılaştırmalı hukuk bakımından ileri ve bilinçli bir düzenleme olarak değerlendirilebilir. Kanun koyucu, dinî istismarı dolandırıcılığın nitelikli hâli olarak açıkça tanımlayarak, uygulamada ortaya çıkabilecek tereddütleri büyük ölçüde bertaraf etmiştir. Birçok hukuk sisteminde bu tür vakalar genel dolandırıcılık hükümleri içinde çözülmeye çalışılırken, Türk hukukunda özel bir normatif vurgu yapılmıştır. Bu durum, Türkiye’nin toplumsal ve kültürel gerçekliğiyle de yakından ilişkilidir. Dinî inançların toplumsal hayattaki merkezi rolü, hukuki korumanın da bu alanda güçlendirilmesini zorunlu kılmıştır.
Bölüm Sonucu
Karşılaştırmalı ve uluslararası hukuk incelemesi, dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle aldatmanın evrensel bir sorun olduğunu; ancak her hukuk sisteminin bu soruna kendi tarihsel, kültürel ve normatif bağlamı içinde çözüm ürettiğini göstermektedir. Türk ceza hukukunun bu alandaki yaklaşımı, din özgürlüğü ile bireyin irade özgürlüğü arasındaki dengeyi korumayı hedefleyen, ölçülü ve fonksiyonel bir model sunmaktadır.
Sonuç ve Değerlendirme
Dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle işlenen dolandırıcılık fiilleri, klasik ceza hukuku kategorileri içinde açıklanması güç, çok katmanlı bir suç fenomeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tür fiiller, yalnızca mağdurun malvarlığına yönelen bir saldırı niteliği taşımamakta; aynı zamanda bireyin irade özgürlüğünü, inanç alanını ve karar verme kapasitesini doğrudan hedef almaktadır. Bu yönüyle söz konusu suç tipi, ceza hukukunun yalnızca ekonomik değerleri değil, insan onurunu ve irade serbestisini de koruma işlevini somutlaştıran örneklerden biridir.
Yukarıdaki satırlarda ortaya konulduğu üzere, TCK’nın 158/1-a maddesinde düzenlenen nitelikli dolandırıcılık hâli, kanun koyucunun dinî söylemin aldatıcılık potansiyelini sıradan yalanlardan daha güçlü gördüğünün açık bir göstergesidir. Kanun gerekçesi, Yargıtay içtihatları ve doktrinsel değerlendirmeler birlikte ele alındığında, bu düzenlemenin arkasında yatan temel düşüncenin, dinin birey ve toplum üzerindeki yoğun etkisinin kötüye kullanılmasını önlemek olduğu anlaşılmaktadır. Burada korunmak istenen hukuki değer, yalnızca malvarlığı değil; aynı zamanda bireyin özgür iradesi ve toplumsal güven duygusudur.
Yargıtay Ceza Daireleri ve Ceza Genel Kurulu kararlarının sistematik analizi, dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle dolandırıcılık suçunun uygulamada belirli kalıplar etrafında şekillendiğini göstermektedir. “Hocaya okutma”, “dua ile bereketlendirme”, “büyü bozma”, “belayı defetme”, “manevi şifa sağlama” gibi söylemler, çoğu zaman planlı ve ustaca kurgulanmış hileli davranışların taşıyıcısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargısal uygulama, bu tür söylemlerin basit bir yalan olarak değerlendirilemeyeceğini; aksine mağdurun iradesini baskı altına alan, sorgulama kapasitesini zayıflatan yoğun bir aldatma biçimi oluşturduğunu kabul etmektedir.
Bu noktada çalışmanın önemli sonuçlarından biri, görünüşte rıza ile hukuken geçerli rıza arasındaki ayrımın dinî manipülasyon vakalarında belirleyici bir rol oynadığıdır. Mağdurun fiile katılım göstermesi, para veya mal teslimini bizzat gerçekleştirmesi ya da belirli davranışları gönüllüymüş gibi yerine getirmesi, rızanın hukuken geçerli olduğu anlamına gelmemektedir. Yargıtay içtihatlarında açıkça benimsendiği üzere, dinî söylemlerle oluşturulan korku, umut, günah ve sevap dengesi, mağdurun iradesini fesada uğratmakta ve rızayı hukuki sonuç doğurmayan bir görünüşten ibaret hâle getirmektedir.
Çalışmada Yaşar Nuri Öztürk’ün “Allah ile aldatma” kavramsallaştırmasından yararlanılarak yapılan değerlendirme, ceza hukuku normlarının arkasındaki toplumsal ve zihinsel yapıyı anlamaya katkı sağlamaktadır. Öztürk’ün dikkat çektiği “tahakküm teolojisi”, ceza hukuku bakımından doğrudan bir norm kaynağı olmasa da, dinî manipülasyonun neden bu kadar etkili ve yaygın olabildiğini açıklayan önemli bir arka plan sunmaktadır. Ceza hukuku, bu zihniyetin teolojik içeriğini değil; bireyin iradesini baskı altına alan, hukuki denetimden kaçmayı amaçlayan sonuçlarını dikkate almakta ve müdahalesini bu noktada yoğunlaştırmaktadır.
Karşılaştırmalı ve uluslararası literatürde kullanılan “spiritual fraud”, “religious manipulation” ve “coercive persuasion” kavramları da, Türk ceza kanunu yaklaşımın evrensel eğilimlerle büyük ölçüde örtüştüğünü göstermektedir. Birçok hukuk sisteminde, dinî veya spiritüel otoritenin aldatma aracı olarak kullanılması, mağdurun rızasını geçersiz kılan özel bir manipülasyon türü olarak kabul edilmektedir. Bu durum, TCK’nın 158/1-a maddesinin çağdaş ceza hukuku anlayışıyla uyumlu bir düzenleme olduğunu teyit etmektedir.
Bununla birlikte, uygulamada dikkat edilmesi gereken en hassas nokta, din özgürlüğü ile ceza hukuku müdahalesi arasındaki dengenin korunmasıdır. Her dinî söylemin veya her manevi etkinin otomatik olarak suç kapsamına alınması, laiklik ilkesine ve inanç özgürlüğüne aykırı sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle ceza hukuku açısından belirleyici ölçüt, dinin içeriği değil; dinin aldatma, baskı ve tahakküm aracı olarak kullanılıp kullanılmadığıdır. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarında bu ayrımın titizlikle gözetildiği görülmektedir.
Sonuç olarak, dinî inanç ve duyguların istismarı suretiyle dolandırıcılık suçu, yalnızca bireysel mağduriyetler üzerinden değil; toplumsal güven, irade özgürlüğü ve hukuk devleti ilkesi bakımından da değerlendirilmesi gereken bir suç tipidir. Bu suçla etkin mücadele, yalnızca cezai yaptırımlarla değil; hukuki farkındalığın artırılması, yargısal içtihatların tutarlılıkla sürdürülmesi ve dinî otorite iddiasında bulunan yapıların hukuki denetime tabi tutulmasıyla mümkündür. Ceza hukuku, bu alanda ne inancı yargılayan ne de istismarı görmezden gelen bir çizgide durmalı; bireyin iradesini merkeze alan dengeli ve öngörülebilir bir koruma sağlamalıdır.
© 2025 Prof. Dr. Vahit Bıçak / Bıçak Hukuk Bürosu – Tüm hakları saklıdır. Bu makale, sayın Prof. Dr. Vahit Bıçak tarafından www.bicakhukuk.com sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi makalenin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan makalenin bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.
Referans: Bıçak, Vahit (2025) “Dinî İnanç ve Duyguların İstismarı Suretiyle Dolandırıcılık Suçunun Unsurları ve Uygulama Sınırları”, Bıçak Hukuk Bürosu Blogu, https://www.bicakhukuk.com/allah-ile-aldatma-dini-inanc-ve-duygu-istismari/, s. __., Erişim Tarihi: ……
Türkçe
English
Français
Deutsch









Comments
No comments yet.