Cinsellik eksenli eylemler, TCK bakımından her durumda özel alan kapsamında değerlendirilmemekte; aleniyet, mağdurun yaşı, içerik niteliği ve fiilin toplumsal etki doğurup doğurmadığına göre ceza sorumluluğu gündeme gelebilmektedir. Müstehcenlik, uygunsuz görüntülerin kayda alınması veya yayılması, özel hayatın gizliliğinin ihlali, fuhuş ve hayasızca hareketler suçları, Yargıtay içtihatları ışığında birbirleriyle kesişen ancak farklı hukuki unsurlara dayanan suç tipleri olarak ortaya çıkmaktadır. Yetişkinler arasındaki rızaya dayalı cinsel davranışlar dahi, belirli koşullarda suç teşkil edebilmektedir. Dijital platformlar ve sosyal medya aracılığıyla gerçekleştirilen eylemler, aleniyet ve yayılma etkisi nedeniyle cezai sorumluluğu ağırlaştıran bir faktör hâline gelmektedir. Aynı fiilin birden fazla suç kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği, fikri içtima ve zincirleme suç ilkeleri çerçevesinde belirlenmektedir. Ceza yargılamasında delil niteliği, görüntü ve kayıtların elde edilme biçimi ile mağdurun korunması ilkeleri uygulamada belirleyici rol oynamaktadır. Toplumsal ahlak, bireysel özgürlük ve özel hayat arasındaki denge, ceza kanunu normları ve yargı kararları yoluyla somutlaştırılmaktadır. Bıçak’ın ceza hukuku alanındaki akademik ve uygulamaya dayalı yaklaşımı, bu karmaşık alanda hukuki sınırların net biçimde anlaşılmasına katkı sunmaktadır.
Fuhuş, Müstehcenlik ve Hayasızca Hareket Suçları
Cinsel davranışlara ilişkin ceza hukuku düzenlemeleri, hukuk uygulamasında en sık yanlış nitelendirilen suç alanlarından birini oluşturmaktadır. Bunun temel nedeni, bu alandaki fiillerin toplumsal ahlak, kişisel değer yargıları ve kültürel hassasiyetlerle iç içe geçmiş olmasıdır. Oysa Türk Ceza Kanunu, cinsel içerikli davranışları değerlendirirken ahlaki beğeni veya toplumsal rahatsızlık ölçütünü esas almaz; belirli hukuki değerlerin ihlal edilip edilmediğini, bu ihlalin kanunda tanımlı bir suç tipine vücut verip vermediğini inceler.
Bu çerçevede TCK’da cinsel davranışlara ilişkin suçlar tek bir başlık altında düzenlenmemiş; farklı hukuki değerleri koruyan ayrı suç tipleri öngörülmüştür. Hayasızca hareketler suçu (TCK m.225) genel ahlak ve kamu düzenini, müstehcenlik suçu (TCK m.226) özellikle çocukların korunmasını ve toplumsal ahlakı, özel hayatın gizliliğini ihlal suçu (TCK m.134) bireyin mahremiyet alanını, fuhuş suçu (TCK m.227) ise cinsel özgürlüğün sömürüye karşı korunmasını amaçlamaktadır. Bu suç tipleri, konu bakımından birbirine yakın görünmekle birlikte, korudukları hukuki menfaatler ve aradıkları maddi unsurlar bakımından kesin sınırlarla ayrılmıştır.
Uygulamada en sık karşılaşılan sorun, bu sınırların yeterince gözetilmemesi ve cinsel içerikli her davranışın “genel ahlaka aykırılık” gibi soyut bir gerekçeyle yanlış suç tipleri kapsamında değerlendirilmesidir. Yargıtay içtihatları ise uzun süredir bu eğilime karşı açık ve istikrarlı bir tutum sergilemektedir. Yüksek Mahkeme, cinsel davranışlara ilişkin suçlarda değerlendirmeyi söylemler, niyetler veya toplumsal algılar üzerinden değil; doğrudan doğruya somut eylem, eylemin yöneldiği kişi veya kişiler, eylemin gerçekleştiği ortam ve ihlal edilen hukuki değer üzerinden yapmaktadır.
Bu yaklaşım, özellikle “aleniyet”, “rıza”, “mağdurun yaşı”, “içerik üretimi ile fiili davranış arasındaki fark” gibi kavramların somutlaştırılmasını zorunlu kılar. Yargıtay, aleniyetin otomatik olarak kamusal mekânla özdeşleştirilemeyeceğini; rızanın her suç bakımından aynı hukuki sonucu doğurmadığını; çocukların söz konusu olduğu hallerde koruma alanının genişlediğini; içerik suçları ile davranış suçlarının birbirine karıştırılamayacağını vurgulamaktadır. Bu hususlar, Yargıtay kararlarında yalnızca teorik tespitler olarak değil, bozma gerekçeleriyle somutlaştırılmaktadır.
Bu makale, cinsel içerikli suçları “söylem” merkezli değil, “eylem merkezli” bir bakış açısıyla ele almayı amaçlamaktadır. İnceleme boyunca, TCK m.225’te düzenlenen hayasızca hareketler suçu başta olmak üzere; müstehcenlik, özel hayatın gizliliğini ihlal ve fuhuş suçları, Yargıtay’ın yerleşik içtihadı ışığında sistematik biçimde değerlendirilecektir. Her suç tipi, kendi normatif çerçevesi içinde ele alınacak; suç vasfında yapılan yaygın hatalar, Yargıtay’ın bozma kararları üzerinden analiz edilecektir. Bu yöntemle amaçlanan, yalnızca kanun maddelerinin açıklanması değil; uygulamada karşılaşılan tipik olaylar üzerinden hangi eylemin hangi suçu oluşturduğunun açık ve öngörülebilir biçimde ortaya konulmasıdır. Böylelikle ceza hukukunda belirlilik ilkesine katkı sağlanması ve uygulayıcılar açısından yol gösterici bir çerçevenin oluşturulması hedeflenmektedir.
Hayasızca Hareketler Suçu
Hayasızca hareketler suçu, TCK’nın “Genel Ahlaka Karşı Suçlar” başlıklı altıncı bölümünde, 225. maddede düzenlenmiştir. Kanun koyucu bu suç tipiyle, bireysel bir mağdurdan ziyade, toplumu oluşturan bireylerin ortak yaşam alanında korunması gereken genel ahlak ve kamu düzenini güvence altına almayı hedeflemiştir. Bu yönüyle suçun mağduru belirli bir kişi değil, belirsiz sayıda kişiden oluşan toplumdur. Bu özellik, hayasızca hareketler suçunu cinsel saldırı, cinsel taciz veya özel hayata karşı suçlardan ayıran temel noktalardan biridir.
TCK m.225’e göre, alenen hayasızca hareketlerde bulunan kişi, kanunda öngörülen yaptırımla cezalandırılır. Kanun metni ilk bakışta son derece kısa ve genel görünmekle birlikte, uygulamada bu suçun kapsamının doğru çizilmesi ciddi hukuki sorunlara yol açmaktadır. Zira “hayasızca hareket” kavramı, soyut ve yoruma açık bir ifade olup, keyfi değerlendirmelere elverişlidir. Bu nedenle Yargıtay içtihatları, suçun unsurlarını somutlaştırarak, hangi eylemlerin bu suçu oluşturabileceğini titizlikle sınırlandırmıştır.
Hayasızca hareketler suçunun maddi unsurunu oluşturan davranış, toplumun genel ahlak anlayışını açıkça zedeleyen, cinsel içerik taşıyan ve sıradan bir ahlaki rahatsızlık seviyesini aşan fiillerdir. Ancak her cinsel içerikli davranışın bu suçu oluşturduğunu söylemek mümkün değildir. Yargıtay’a göre, eylemin “hayasızca” olarak nitelendirilebilmesi için, cinsel içeriğin açık, doğrudan ve objektif olarak genel ahlakı rencide edici nitelikte olması gerekir. Bu değerlendirme, hâkimin kişisel ahlak anlayışına göre değil, toplumun genel ve yerleşik değerleri dikkate alınarak yapılmalıdır.
Suçun oluşumu bakımından en kritik unsur ise aleniyet şartıdır. Aleniyet, hayasızca hareketler suçunun kurucu unsurlarından biridir ve bu unsur gerçekleşmeden TCK m.225 kapsamında cezalandırma yapılamaz. Yargıtay, aleniyet kavramını dar ve teknik anlamda yorumlamakta; bu unsurun her olayda ayrıca ve somut gerekçelerle ortaya konulmasını aramaktadır.
Yargıtay içtihadına göre aleniyet, eylemin belirsiz sayıda kişi tarafından görülme ihtimalinin bulunmasını ifade eder. Bu ihtimalin fiilen gerçekleşmiş olması şart değildir; ancak objektif olarak mevcut olması gerekir. Buna karşılık, yalnızca belirli bir kişinin görebileceği veya failin özellikle belirli bir kişiye yönelik gerçekleştirdiği eylemler aleniyet unsurunu karşılamaz. Bu yaklaşım, TCK m.225 ile TCK m.105’te düzenlenen cinsel taciz suçu arasındaki ayrım bakımından da belirleyicidir.
Nitekim Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin yakın tarihli bir kararında, sanığın apartman içinde bulunan güvenlik kamerasının önüne geçerek defalarca kameraya karşı cinsel organını göstermesi şeklindeki eylemi değerlendirilmiştir. Yerel mahkeme bu eylemi hayasızca hareketler suçu kapsamında mahkûmiyetle sonuçlandırmış; ancak Yargıtay, aleniyet unsurunun somut olayda gerçekleşmediğini belirterek kararı bozmuştur. Kararda, kamera görüntülerinin apartman yöneticisi tarafından izleniyor olmasının sanık tarafından bilindiği, eylemin fiilen belirsiz bir topluluğa yönelmediği ve dolayısıyla aleniyetin oluşmadığı vurgulanmıştır. Yüksek Mahkeme, bu durumda eylemin teşhir suretiyle cinsel taciz suçu kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinin tartışılması gerektiğini belirtmiştir (Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 28.03.2023, E. 2021/976, K. 2023/16574). Bu karar, uygulamada sıkça göz ardı edilen önemli bir noktayı ortaya koymaktadır: Bir eylemin teknik olarak çıplaklık veya cinsel teşhir içermesi, onu otomatik olarak hayasızca hareketler suçuna dönüştürmez. Eylemin yöneldiği alan, potansiyel izleyici kitlesi ve failin davranışını hangi bağlamda gerçekleştirdiği titizlikle incelenmelidir. Yargıtay, aleniyet unsurunu yalnızca mekânsal değil, fonksiyonel bir kriter olarak değerlendirmekte; eylemin kamusal alanda gerçekleşmiş olmasını tek başına yeterli görmemektedir.
Bu yaklaşım, özellikle apartman içleri, site alanları, iş yerleri veya sınırlı erişime sahip alanlarda gerçekleşen fiiller bakımından önemlidir. Yargıtay’a göre, kapalı bir alanın herkes tarafından girilebilir olması, otomatik olarak aleniyet sonucunu doğurmaz. Eylemin, belirsiz sayıda kişi tarafından görülme ihtimali bulunup bulunmadığı somut olayın özelliklerine göre değerlendirilmelidir. Aksi hâlde, özel hayata daha yakın alanlarda gerçekleşen fiillerin yanlış biçimde genel ahlaka karşı suç olarak nitelendirilmesi söz konusu olur.
Hayasızca hareketler suçunun manevi unsuru bakımından genel kast yeterlidir. Failin, eyleminin toplumca rahatsız edici olacağını bilmesi ve buna rağmen davranışı gerçekleştirmesi yeterlidir; özel bir saik aranmaz. Ancak bu noktada da Yargıtay, failin eylemi bilinçli olarak kamusal alana yöneltip yöneltmediğini değerlendirmektedir. Failin, eylemin başkaları tarafından görülmeyeceğine dair makul bir beklentisinin bulunduğu hâllerde kastın aleniyet unsuruna yönelmediği kabul edilebilmektedir.
Öte yandan, hayasızca hareketler suçunun zincirleme suç hükümleriyle ilişkilendirilmesi de uygulamada tartışma konusu olmaktadır. Aynı failin, aynı ortamda ve aynı suç işleme kararı kapsamında birden fazla kez benzer eylemleri gerçekleştirmesi hâlinde, zincirleme suç hükümlerinin uygulanıp uygulanamayacağı her somut olayda ayrıca değerlendirilmelidir. Ancak bu değerlendirme yapılırken dahi, öncelikle suçun temel unsurlarının, özellikle aleniyetin her bir eylem bakımından gerçekleşip gerçekleşmediği tespit edilmelidir.
Sonuç olarak TCK m.225’te düzenlenen hayasızca hareketler suçu, dar yorumlanması gereken, sınırları Yargıtay içtihadıyla çizilmiş bir suç tipidir. Bu suçun amacı, bireylerin özel yaşamlarını veya bireysel rahatsızlıklarını cezalandırmak değil; ortak yaşam alanlarında genel ahlakı açık biçimde ihlal eden davranışları yaptırıma bağlamaktır. Yargıtay’ın yerleşik yaklaşımı, ceza hukukunun son çare olma ilkesine uygun olarak, bu suçun genişletici ve keyfi yorumlarla uygulanmasına açıkça karşı durmaktadır.
Hayasızca Hareketler Suçunun Benzer Suçlardan Ayırımı
Ceza yargılamasında doğru suç tipinin belirlenmesi, yalnızca adil cezalandırma bakımından değil, bireyin temel hak ve özgürlüklerinin korunması açısından da hayati önemdedir. Hayasızca hareketler suçu (TCK m.225), gerek soyut kavramlarla formüle edilmiş olması gerekse cinsel davranışlarla ilişkilendirilmesi nedeniyle, uygulamada sıklıkla cinsel taciz (TCK m.105), müstehcenlik (TCK m.226) ve özel hayatın gizliliğini ihlal (TCK m.134) suçlarıyla karıştırılmaktadır. Bu karışıklık, çoğu zaman hatalı mahkûmiyetlere ya da yanlış gerekçelerle verilen beraat kararlarına yol açmaktadır.
Yargıtay içtihatları söz konusu suç tipleri arasındaki ayrımı netleştirmeye yönelik istikrarlı bir yaklaşım geliştirmiştir. Bu yaklaşımda belirleyici olan, fiilin yöneldiği hukuki değer, mağdurun belirli olup olmadığı, eylemin aleni niteliği ve fail ile mağdur arasındaki ilişki biçimidir. Hayasızca hareketler suçunun temel ayırt edici özelliği, mağdurunun belirli bir kişi olmamasıdır. Bu suç, toplumun genel ahlak anlayışına yönelmiş olup, bireysel bir cinsel dokunulmazlık ihlalinden ziyade, kamusal ahlak düzeninin korunmasını amaçlar. Buna karşılık, cinsel taciz suçunda mağdur belirli bir kişidir ve eylem doğrudan bu kişiye yöneliktir. Failin davranışı, mağdurun cinsel dokunulmazlığını veya huzurunu hedef alır; toplumun genel ahlakı ikincil plandadır.
Yargıtay, teşhir niteliği taşıyan birçok eylemin otomatik olarak hayasızca hareketler suçu kapsamında değerlendirilmesini açıkça reddetmektedir. Eğer failin eylemi, belirli bir kişiye yönelik olarak ve onun rahatsız edilmesi amacıyla gerçekleştirilmişse, bu durumda aleniyet unsuru gerçekleşmiş olsa dahi, eylemin cinsel taciz kapsamında değerlendirilmesi gerekebilir. Özellikle teşhir suretiyle cinsel taciz suçunda, aleniyet değil, mağdurun belirli olması ve eylemin ona yönelmesi belirleyici kriterdir. Bu ayrım, Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin kararlarında açıkça görülmektedir. Daire, belirli bir kişiye yönelik olarak gerçekleştirilen ve o kişinin görmesi amacıyla yapılan teşhir eylemlerinin, sırf kamusal bir mekânda gerçekleşmiş olması nedeniyle TCK m.225 kapsamında değerlendirilemeyeceğini vurgulamaktadır. Bu tür durumlarda, failin kastının topluma değil, belirli bir kişiye yöneldiği kabul edilmektedir (Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 28.03.2023, E. 2021/976, K. 2023/16574).
Müstehcenlik suçu ile hayasızca hareketler suçu arasındaki ayrım ise daha çok eylemin niteliği ve sürekliliği üzerinden yapılmaktadır. Müstehcenlik suçunda, yazı, görüntü, ses veya benzeri materyaller aracılığıyla müstehcen içeriklerin üretimi, yayılması veya çocuklara sunulması söz konusudur. Bu suçta çoğu zaman bir içerik ve bu içeriğin dolaşıma sokulması söz konusudur. Buna karşılık, hayasızca hareketler suçunda somut bir materyal değil, bizzat failin davranışı ön plandadır. Yargıtay, özellikle dijital ortamda işlenen fiillerde bu ayrımı titizlikle gözetmektedir. Sosyal medya üzerinden çıplak görüntülerin paylaşılması, çoğu durumda müstehcenlik veya özel hayatın gizliliğini ihlal suçu kapsamında değerlendirilmekte; ancak bu fiillerin otomatik olarak hayasızca hareketler suçu olarak nitelendirilmesine izin verilmemektedir. Zira bu tür paylaşımlar, her ne kadar ahlaken rahatsız edici olsa da, TCK m.225’te aranan fiziksel davranış ve aleniyet unsurlarını her zaman karşılamamaktadır.
Özel hayatın gizliliğini ihlal suçu ile hayasızca hareketler suçu arasındaki fark ise korunmak istenen hukuki değerde yoğunlaşmaktadır. Özel hayatın gizliliğini ihlal suçunda, belirli bir kişinin mahrem alanı, görüntüleri veya sesleri hukuka aykırı biçimde ifşa edilmektedir. Burada mağdur somuttur ve suç, mağdurun kişisel haklarına yönelmiştir. Hayasızca hareketler suçunda ise mağdur belirsizdir; ihlal edilen değer, toplumun ortak ahlaki düzenidir. Bu ayrım, Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin özel hayatın gizliliğini ihlal suçuna ilişkin kararlarında açık biçimde ortaya konulmaktadır. Özellikle rızası dışında çıplak görüntüleri sosyal medyada paylaşılan mağdurlar bakımından, fiilin müstehcenlik veya hayasızca hareketler kapsamında değil, TCK m.134 kapsamında değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Aksi yöndeki değerlendirmeler, suçun mağdurunu görünmez kılmakta ve hukuki korumayı zayıflatmaktadır (Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 02.10.2024, E. 2021/2388, K. 2024/4879).
Yanlış nitelendirme sorunu yalnızca teorik bir problem değildir; uygulamada ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Yanlış suç tipinin uygulanması, uzlaştırma hükümlerinin devreye girip girmemesi, zamanaşımı süreleri, basit yargılama usulünün uygulanabilirliği ve hatta görevli mahkemenin belirlenmesi bakımından dahi belirleyici olmaktadır. Özellikle TCK m.225 kapsamında değerlendirilen fiillerin bir kısmının aslında cinsel taciz veya özel hayata karşı suç niteliğinde olması, mağdurun etkin korunmasını engelleyebilmektedir.
Yargıtay’ın yerleşik içtihatları, bu nedenle, hâkimlerin fiili yalnızca “ahlaken rahatsız edici” olup olmadığına bakarak değil; eylemin yöneldiği kişi veya kişiler, aleniyetin niteliği, failin kastı ve korunmak istenen hukuki değer çerçevesinde bütüncül bir değerlendirme yapmasını zorunlu kılmaktadır. Ceza hukukunda tipiklik ilkesinin bir gereği olarak, suç tipleri arasındaki sınırlar bulanıklaştırılamaz; her suç, kendi unsurları içinde ve dar yorumla ele alınmalıdır. Bu çerçevede, hayasızca hareketler suçunun, cinsel davranış içeren her fiili kapsayan “genel bir ahlak suçu” olarak algılanması, Yargıtay içtihatları ile açıkça reddedilmektedir. TCK m.225, sınırlı ve istisnai bir uygulama alanına sahiptir ve bu alan, diğer cinsel suç tipleriyle çakışmayacak biçimde titizlikle korunmalıdır.
Fuhuş, Müstehcenlik ve Hayasızca Hareketler
Türk Ceza Hukuku’nda cinsel davranışlara ilişkin suç tipleri, farklı hukuki değerleri korumak üzere yapılandırılmıştır. Ancak bu suçların aynı sosyal olgular etrafında şekillenmesi, uygulamada ciddi bir kavramsal bulanıklığa yol açmaktadır. Özellikle fuhuş (TCK m.227), müstehcenlik (TCK m.226) ve hayasızca hareketler (TCK m.225) suçları, hem kolluk hem de yargı mercileri tarafından zaman zaman birbirinin yerine ikame edilmekte, bu durum ise ceza adaletinin maddi gerçeğe ulaşma amacını zedelemektedir.
Yargıtay içtihatları, bu üç suç tipi arasında işlevsel ve normatif bir ayrım geliştirmiştir. Bu ayrımın merkezinde, failin eylemiyle neyi amaçladığı, hangi hukuki değerin ihlal edildiği ve eylemin hangi araçlarla gerçekleştirildiği yer almaktadır.
Fuhuş suçu, özü itibarıyla bir sömürü suçudur. Burada korunmak istenen hukuki değer, bireyin cinsel özgürlüğü ve özellikle ekonomik veya sosyal zayıflık hâlinden yararlanılarak bu özgürlüğün ihlal edilmesinin önlenmesidir. Yargıtay, fuhuş suçunun oluşabilmesi için mağdurun iradesinin baskı, hile, tehdit veya çaresizlikten yararlanma yoluyla yönlendirilmesini aramakta; rızaya dayalı ve herhangi bir sömürü unsuru içermeyen davranışları bu suç kapsamında değerlendirmemektedir. Bu yaklaşım, Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin kararlarında istikrarlı biçimde görülmektedir. Özellikle mağdurun kendi iradesiyle hareket ettiği, cebir, tehdit veya çaresizlikten yararlanma unsurunun bulunmadığı olaylarda, sanık hakkında TCK m.227’nin uygulanmasını hukuka aykırı bulmakta ve mahkûmiyet kararlarını bozmaktadır (Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 01.11.2022, E. 2020/18177, K. 2022/21392).
Bu noktada önemli olan husus, fuhuş suçu ile hayasızca hareketler suçunun amaç ve mağdur yapısı bakımından tamamen farklı olmasıdır. Fuhuş suçunda mağdur belirli ve somuttur; suç, mağdurun cinsel özgürlüğüne yöneliktir. Hayasızca hareketler suçunda ise mağdur belirsizdir ve ihlal edilen değer, kamusal ahlak düzenidir. Dolayısıyla, bir fiilin ahlaken rahatsız edici olması, onu otomatik olarak hayasızca hareketler kapsamına sokmaz; eğer fiil belirli bir mağdurun sömürülmesini içeriyorsa, öncelikle fuhuş suçu yönünden değerlendirme yapılmalıdır.
Müstehcenlik suçu bakımından da benzer bir ayrım söz konusudur. Müstehcenlik suçunun ayırt edici özelliği, müstehcen içeriklerin üretilmesi, çoğaltılması, yayılması veya çocuklara sunulmasıdır. Bu suçta, çoğu zaman bir “içerik” ve bu içeriğin dolaşıma sokulması söz konusudur. Failin bedensel davranışından ziyade, ortaya çıkan materyal ve bu materyalin kamusal alana taşınması ön plandadır. Yargıtay, özellikle dijital çağda müstehcenlik suçunun sınırlarını genişletici yorumlara karşı dikkatli bir tutum benimsemektedir. Sosyal medya, internet siteleri veya mesajlaşma uygulamaları üzerinden gerçekleştirilen paylaşımlar bakımından, içeriğin niteliği, hedef kitlesi ve erişim imkânı ayrıntılı biçimde değerlendirilmektedir. Bu değerlendirmede, müstehcen içeriğin aleniyet kazanıp kazanmadığı ve çocukların erişimine açık olup olmadığı belirleyici rol oynamaktadır.
Hayasızca hareketler suçu ile müstehcenlik suçu arasındaki temel fark, eylemin bedensel mi yoksa içerik temelli mi olduğudur. Failin kendi bedeniyle gerçekleştirdiği ve aleniyet taşıyan davranışlar, belirli şartlar altında TCK m.225 kapsamında değerlendirilebilirken; yazı, görüntü veya ses gibi araçlarla yapılan yayma fiilleri çoğunlukla TCK m.226 kapsamında ele alınmaktadır. Yargıtay, bu ayrımı göz ardı eden mahkeme kararlarını sistematik biçimde bozmakta ve doğru suç tipinin uygulanmasını istemektedir.
Bu bağlamda, fuhuşa aracılık amacıyla hazırlanan kartvizitler, ilanlar veya dijital paylaşımlar da Yargıtay’ın özel incelemesine konu olmuştur. Özellikle fuhuşu kolaylaştırmak amacıyla hazırlanan görsel veya yazılı materyaller bakımından, Yargıtay, TCK m.227/3’te düzenlenen özel hükmün uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu tür fiillerin, sırf aleni olması nedeniyle hayasızca hareketler suçu kapsamında değerlendirilmesi hukuka aykırı bulunmaktadır (Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 27.09.2023, E. 2021/13347, K. 2023/21728).
Bu içtihatlar, ceza hukukunda özel norm–genel norm ilişkisini açık biçimde ortaya koymaktadır. Eğer bir fiil, fuhuş veya müstehcenlik suçlarının özel düzenlemeleri kapsamında kalıyorsa, TCK m.225 gibi daha genel nitelikli bir suç tipine başvurulması mümkün değildir. Aksi yaklaşım, suç tiplerinin iç içe geçmesine ve ceza hukukunda belirlilik ilkesinin zedelenmesine yol açar. Yargıtay’ın bu konudaki yaklaşımı, yalnızca failin lehine değil, mağdurun korunması bakımından da önemlidir. Yanlış suç vasıflandırması, mağdurun hukuki statüsünü belirsizleştirmekte ve çoğu zaman daha ağır veya daha etkili koruma mekanizmalarının devreye girmesini engellemektedir. Bu nedenle Yargıtay, ilk derece mahkemelerinden, fiili bütün yönleriyle analiz etmelerini ve hangi suç tipinin gerçekten ihlal edildiğini açıkça ortaya koymalarını talep etmektedir.
Sonuç olarak, fuhuş, müstehcenlik ve hayasızca hareketler suçları arasında yapılacak ayrım, yüzeysel ahlak değerlendirmelerine değil; fiilin hukuki yapısına, mağdur–fail ilişkisine ve korunmak istenen hukuki değere dayanmalıdır. Yargıtay içtihatları, bu ayrımı sistematik biçimde inşa etmiş olup, uygulamada ortaya çıkan karışıklıkların giderilmesi bakımından yol gösterici niteliktedir.
Hayasızca Hareketler Suçunun Benzer Suçlardan Ayırımı
Hayasızca hareketler suçu (TCK m.225), ceza hukukunda cinsel suçlar başlığı altında yer almakla birlikte, koruduğu hukuki değer ve suçun yöneldiği menfaat itibarıyla diğer cinsel suç tiplerinden belirgin biçimde ayrılmaktadır. Bu ayrımın doğru yapılmaması, uygulamada yanlış suç vasıflandırmalarına, hatalı ceza tayinlerine ve kimi zaman ağır hak ihlallerine yol açmaktadır. Yargıtay içtihatları, bu sınırların somut olay bazında nasıl çizilmesi gerektiğine ilişkin önemli ölçütler ortaya koymaktadır.
Müstehcenlik suçu (TCK m.226), esas itibarıyla müstehcen içeriklerin üretilmesi, yayılması, dağıtılması, bulundurulması veya çocuklara sunulması gibi fiilleri konu edinir. Bu suç tipinde korunan hukuki değer, özellikle çocukların cinsel dokunulmazlığı ve toplumun genel ahlaki yapısıdır. Hayasızca hareketler suçunda ise koruma alanı, doğrudan doğruya kamusal alandaki genel ahlak düzenidir ve fiil, bizzat failin davranışı üzerinden değerlendirilir. Bu bağlamda müstehcenlik suçunda bir “ürün”, “içerik” veya “materyal” söz konusu iken; hayasızca hareketler suçunda failin bedensel veya davranışsal eylemi ön plandadır. Yargıtay, çıplaklığın veya cinsel içerikli davranışın tek başına müstehcenlik suçunu oluşturmayacağını; bu davranışın hangi hukuki değeri ihlal ettiğinin dikkatle belirlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Örneğin, sanığın bir çocuğa ait müstehcen görüntüleri sosyal medya üzerinden paylaşması hâlinde, fiilin yalnızca özel hayatın gizliliğini ihlal olarak değil, aynı zamanda müstehcenlik suçunu da oluşturabileceği belirtilmiştir. Bu durumda TCK m.44 kapsamında fikri içtima hükümlerinin uygulanması gerektiği ifade edilmiştir (Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 02.10.2024, E. 2021/2388, K. 2024/4879). Buna karşılık, herhangi bir müstehcen materyal üretimi veya yayılması söz konusu olmaksızın, failin aleni şekilde cinsel içerikli davranışta bulunması hâlinde, müstehcenlik değil hayasızca hareketler suçunun gündeme geleceği kabul edilmektedir.
Cinsel taciz suçu (TCK m.105), belirli bir kişiye yönelmiş, o kişinin cinsel dokunulmazlığını ve kişisel huzurunu ihlal eden davranışları konu alır. Bu suç tipinde mağdur belirli ve somuttur. Hayasızca hareketler suçunda ise mağdur bireysel değil, toplumdur; suç, kamusal düzeni ve genel ahlakı hedef alır.
Yargıtay uygulamasında en sık karşılaşılan sorunlardan biri, teşhir niteliğindeki fiillerin hangi suç tipine girdiğinin belirlenmesidir. Failin cinsel organını göstermesi, eğer belirli bir kişiye yönelmiş, o kişinin rahatsız edilmesi amacıyla gerçekleştirilmişse, cinsel taciz suçu kapsamında değerlendirilebilmektedir. Buna karşılık, fiil aleni şekilde ve belirli bir kişiyi hedef almaksızın işlenmişse, hayasızca hareketler suçu söz konusu olmaktadır. Yargıtay 4. Ceza Dairesi, apartman güvenlik kamerasına karşı yapılan teşhir eyleminde, aleniyet unsurunun oluşup oluşmadığının ve fiilin belirli bir kişiye yönelip yönelmediğinin yeterince tartışılmadan TCK m.225 kapsamında mahkûmiyet kurulmasını hukuka aykırı bulmuştur. Daire, somut olayda eylemin cinsel taciz suçunu oluşturup oluşturmadığının da değerlendirilmesi gerektiğini açıkça ifade etmiştir (Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 28.03.2023, E. 2021/976, K. 2023/16574). Bu karar, cinsel taciz ile hayasızca hareketler arasındaki ayrımda failin yönelimi, mağdurun belirlenebilirliği ve aleniyet unsurlarının birlikte değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Özel hayatın gizliliğini ihlal suçu (TCK m.134), bireyin özel yaşam alanına yönelik müdahaleleri cezalandırmayı amaçlar. Bu suç tipinde mağdur, belirli bir kişidir ve korunan hukuki değer bireysel mahremiyettir. Hayasızca hareketler suçunda ise bireysel mahremiyetten ziyade kamusal ahlak düzeni ön plandadır. Ancak uygulamada, özellikle dijital mecralarda gerçekleştirilen fiiller bakımından bu iki suç tipi arasında ciddi örtüşmeler ortaya çıkmaktadır. Örneğin bir kişinin, başka bir kişiye ait özel görüntüleri rıza olmaksızın paylaşması hâlinde, fiil hem özel hayatın gizliliğini ihlal hem de müstehcenlik veya hayasızca hareketler kapsamında değerlendirilebilmektedir. Yargıtay 12. Ceza Dairesi, çıplak fotoğrafların sosyal medya üzerinden paylaşılması olayında, eylemin yalnızca özel hayatın gizliliğini ihlal olarak değerlendirilmesini yeterli bulmamış; mağdurun yaşı ve görüntülerin niteliği dikkate alınarak müstehcenlik suçunun da tartışılması gerektiğini belirtmiştir (Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 02.10.2024, E. 2021/2388, K. 2024/4879).
Bu tür olaylarda hayasızca hareketler suçunun uygulanabilirliği ise genellikle tali nitelikte kalmaktadır. Çünkü özel hayatın gizliliğini ihlal suçunda, fiilin aleniyeti değil, mağdurun rızası ve mahremiyet alanının ihlali belirleyici olmaktadır.
Hayasızca hareketler suçu, uygulamada sıklıkla diğer cinsel suç tipleriyle birlikte gündeme gelmektedir. Bu durum, fikri içtima (TCK m.44) hükümlerinin uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. Yargıtay, tek fiille birden fazla suçun ihlal edilmesi hâlinde, failin en ağır cezayı gerektiren suçtan cezalandırılması gerektiğini istikrarlı biçimde kabul etmektedir. Ancak hangi suçun “daha ağır” olduğunun belirlenmesi, yalnızca kanuni ceza sınırlarına bakılarak değil; korunan hukuki değerlerin ağırlığı ve fiilin mağdur üzerindeki etkisi dikkate alınarak yapılmalıdır. Bu noktada Yargıtay’ın özellikle çocukların korunmasına ilişkin içtihatlarında, müstehcenlik ve cinsel dokunulmazlığa karşı suçlara öncelik tanıdığı görülmektedir.
Hayasızca hareketler suçu, ceza hukukunda sınırları en tartışmalı suç tiplerinden biridir. Bu suçun diğer cinsel suç tiplerinden ayrımında yapılacak hatalar, hem sanık aleyhine ağır sonuçlar doğurabilmekte hem de ceza hukukunun ölçülülük ve son çare olma ilkelerini zedeleyebilmektedir. Yargıtay içtihatları, bu sınırların soyut ahlak anlayışlarıyla değil, somut olayın özellikleri, failin kastı, aleniyet derecesi ve mağdurun belirlenebilirliği esas alınarak çizilmesi gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Dijital Ortamda Hayasızca Hareketler
Dijitalleşme, ceza hukukunun klasik kavramlarını yeniden tartışmaya açmıştır. Hayasızca hareketler suçu bakımından bu dönüşümün en belirgin etkisi, aleniyet unsurunun dijital mecralarda nasıl gerçekleştiği sorusunda ortaya çıkmaktadır. Fiziksel kamusal alan kavramının yerini giderek sanal platformların alması, TCK m.225’in yorumunda yeni ölçütlerin geliştirilmesini zorunlu kılmıştır.
Geleneksel ceza hukuku öğretisinde aleniyet, fiilin belirsiz sayıda kişi tarafından algılanabilir olmasını ifade eder. Dijital ortamda ise bu algılanabilirlik, fiziki mekândan bağımsız hâle gelmiştir. Sosyal medya paylaşımları, canlı yayınlar, video paylaşım platformları ve hatta kapalı gruplar dahi, belirli koşullar altında aleniyet unsurunu gerçekleştirebilmektedir. Yargıtay, dijital ortamdaki fiillerin aleniyet teşkil edip etmediğini değerlendirirken, paylaşımın erişim kapasitesi, kontrol edilebilirliği ve failin öngörülebilirliği kriterlerini esas almaktadır. Bir içeriğin yalnızca sınırlı bir kişi grubuna yönelik paylaşılması, her zaman aleniyetin oluşmadığı anlamına gelmemektedir. Eğer içerik, teknik olarak yayılmaya elverişli ise ve fail bu yayılmayı öngörebilecek durumda ise, aleniyet unsurunun gerçekleştiği kabul edilebilmektedir. Bu yaklaşım, özellikle sosyal medya üzerinden yapılan teşhir niteliğindeki davranışlar bakımından önem taşımaktadır. Failin “özel hesap” savunması, tek başına aleniyeti ortadan kaldıran bir unsur olarak kabul edilmemektedir.
Sosyal medya platformları, hayasızca hareketler suçunun dijital tezahürlerinin en sık görüldüğü alanlardır. Canlı yayınlar, hikâye paylaşımları veya kısa video içerikleri üzerinden gerçekleştirilen teşhir niteliğindeki fiiller, klasik kamusal alan anlayışına benzer biçimde değerlendirilmektedir. Yargıtay içtihatlarında, sosyal medya üzerinden yapılan cinsel içerikli paylaşımların, belirli bir kişiye yönelmemesi ve geniş kitlelere ulaşma potansiyeli taşıması hâlinde, hayasızca hareketler suçu kapsamında ele alınabileceği kabul edilmektedir. Buna karşılık, paylaşımın belirli bir kişiyi hedef alması hâlinde, fiilin cinsel taciz veya özel hayatın gizliliğini ihlal suçları çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Özellikle çıplaklık veya cinsel organ teşhirinin, “sanatsal ifade” veya “kişisel özgürlük” iddialarıyla meşrulaştırılmaya çalışıldığı durumlarda, Yargıtay, içeriğin sunuluş biçimini ve bağlamını titizlikle incelemektedir. Salt çıplaklık değil, çıplaklığın sunuluş amacı, zamansal bağlamı ve erişim alanı belirleyici kabul edilmektedir.
Apartman kameraları, iş yeri güvenlik sistemleri ve kamusal alan kameraları, hayasızca hareketler suçunun ispatında sıklıkla delil olarak kullanılmaktadır. Ancak kamera karşısında gerçekleştirilen her cinsel içerikli davranış, otomatik olarak TCK m.225 kapsamında değerlendirilemez. Yargıtay, kamera kayıtlarına yansıyan fiillerde özellikle failin bilinci ve kameranın konumunu bilip bilmediği hususlarına önem vermektedir. Failin, kameranın varlığından haberdar olarak ve görüntülerin izlenebileceğini bilerek eylemde bulunması hâlinde, aleniyet unsurunun oluşabileceği kabul edilmektedir. Buna karşılık, kamera kaydının fail tarafından bilinmeyen bir noktada yapılmış olması veya görüntülerin yalnızca belirli kişilerce izlenebilir nitelikte olması hâlinde, aleniyet unsurunun tartışmalı hâle geldiği görülmektedir. Yargıtay 4. Ceza Dairesi, apartman kamerasına yönelik teşhir eyleminde, kameranın kimler tarafından izlenebildiğinin ve failin bu durumu bilip bilmediğinin yeterince tartışılmamasını bozma nedeni saymıştır (Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 28.03.2023, E. 2021/976, K. 2023/16574). Bu yaklaşım, ceza hukukunda kusur ilkesinin ve failin subjektif durumunun önemini bir kez daha ortaya koymaktadır.
Dijital mecralarda gerçekleştirilen fiillerde, hayasızca hareketler suçu ile müstehcenlik suçu arasındaki sınır daha da belirsizleşmektedir. Özellikle cinsel içerikli videoların paylaşılması, canlı yayın yoluyla teşhir yapılması veya çocukların yer aldığı içeriklerin dolaşıma sokulması hâllerinde, suç vasfının doğru belirlenmesi hayati önem taşımaktadır. Yargıtay, çocukların yer aldığı müstehcen içeriklerde, fiilin yalnızca aleniyet boyutuna bakılmaksızın, çocukların cinsel dokunulmazlığını esas alan TCK m.226 hükümlerinin öncelikle uygulanması gerektiğini kabul etmektedir. Bu tür durumlarda hayasızca hareketler suçu tali nitelikte kalmakta veya tamamen devre dışı bırakılmaktadır (Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 02.12.2024, E. 2024/3618, K. 2024/6934). Buna karşılık, yetişkinlere yönelik ve kamusal ahlakı hedef alan dijital teşhirlerde, müstehcen içerik üretimi söz konusu değilse, TCK m.225’in uygulanabilirliği gündeme gelebilmektedir.
Dijital ortamda hayasızca hareketler suçunun uygulanmasında en tartışmalı konulardan biri, ifade özgürlüğü ile ceza hukuku arasındaki dengedir. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde korunan ifade özgürlüğü, mutlak bir hak değildir ve kamu düzeni ile genel ahlakın korunması amacıyla sınırlandırılabilir. Yargıtay, dijital içeriklerin cezalandırılmasında, ifade özgürlüğü iddialarını soyut biçimde değil, somut olayın özelliklerine göre değerlendirmektedir. İçeriğin bilgilendirici, sanatsal veya eleştirel bir amaca hizmet edip etmediği; kullanılan dilin ve görsellerin ağırlığı; hedef kitlenin kim olduğu gibi unsurlar, bu değerlendirmede belirleyici olmaktadır. Bu yaklaşım, ceza hukukunun “son çare” olma ilkesinin dijital alan için de geçerli olduğunu göstermektedir.
Dijital ortam, hayasızca hareketler suçunun uygulanmasında yeni sorun alanları yaratmıştır. Aleniyetin sınırları, failin bilinci ve dijital içeriklerin yayılma potansiyeli, klasik ceza hukuku kavramlarının yeniden yorumlanmasını gerektirmektedir. Yargıtay içtihatları, bu yorumun keyfi değil; öngörülebilirlik, orantılılık ve kusur ilkesi temelinde yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Soruşturma ve Kovuşturma Rejimi
Bu çalışmada ele alınan suç tipleri, her ne kadar aynı başlık altında “cinsel dokunulmazlığa, özel hayata ve genel ahlaka karşı suçlar” olarak değerlendirilebilse de, soruşturma ve kovuşturma rejimleri bakımından homojen bir yapı arz etmemektedir. Uygulamada yapılan hataların önemli bir bölümü, bu suçların usule ilişkin farklılıklarının göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır.
Şikâyete Tabi Olup – Olmama
İncelenen suçlar arasında şikâyete tabi olanlar ile resen soruşturulanlar arasında açık bir ayrım bulunmaktadır. Cinsel taciz suçunun yalın hâli (TCK m.105/1), mağdurun şikâyetine bağlıdır. Buna karşılık nitelikli hâller, cinsel saldırı, reşit olmayanla cinsel ilişki, müstehcenlik, fuhuş, özel hayatın gizliliğinin ihlali ve hayasızca hareketler suçları şikâyete tabi değildir.
Yargıtay, özellikle aleniyet veya kamu düzeni boyutu bulunan fiillerde, mağdurun şikâyetçi olmamasının soruşturmanın yürütülmesine engel teşkil etmeyeceğini vurgulamaktadır. Örneğin, müstehcen görüntülerin dijital ortamda paylaşılması veya fuhşa aracılık edilmesi hâllerinde, kamu düzenine yönelik ihlalin ağırlığı nedeniyle savcılığın resen harekete geçmesi gerektiği kabul edilmektedir (Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 02.10.2024, E. 2021/2388, K. 2024/4879).
Uzlaştırma Kurumunun Uygulanabilirliği
Uzlaştırma, incelenen suçlar bakımından sınırlı bir uygulama alanına sahiptir. Özel hayatın gizliliğinin ihlali suçunun bazı hâllerinde uzlaştırma mümkün görülmekteyken, cinsel saldırı, cinsel istismar, müstehcenlik, fuhuş ve hayasızca hareketler suçlarında uzlaştırma yolu kapalıdır. Yargıtay, uzlaştırmanın uygulanabilirliğini değerlendirirken, suçun bireysel menfaati mi yoksa toplumsal menfaati mi koruduğu ölçütünü esas almaktadır. Çocukların kullanıldığı müstehcenlik veya fuhuş suçlarında uzlaştırmanın gündeme dahi gelmemesi gerektiği, içtihatlarda açık biçimde ifade edilmektedir (Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 02.12.2024, E. 2024/3618, K. 2024/6934).
Basit Yargılama Usulü ve Lehe Kanun İlkesi
Basit yargılama usulü, incelenen suçlardan yalnızca bazıları bakımından teorik olarak mümkündür. Ancak uygulamada, basit yargılama usulünün otomatik bir seçenek gibi uygulanması ciddi hak ihlallerine yol açabilmektedir. Yargıtay, özellikle temyiz aşamasında bulunan dosyalarda, basit yargılama usulünün sanık lehine sonuç doğurup doğurmadığının ayrıca değerlendirilmesi gerektiğini, Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının da bu süreçte dikkate alınmasının zorunlu olduğunu belirtmektedir (Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 28.03.2023, E. 2021/976, K. 2023/16574).
Delil Rejimi ve İspat Standartları
İncelenen suç tiplerinin tamamında, delil değerlendirmesi hayati öneme sahiptir. Cinsel suçlar ve genel ahlaka karşı suçlar, çoğu zaman tanık beyanları, mağdur anlatımları, kamera kayıtları ve dijital materyaller üzerinden ispat edilmektedir. Yargıtay, soyut, çelişkili veya maddi delille desteklenmeyen beyanlara dayanılarak mahkûmiyet kurulmasını hukuka aykırı bulmaktadır. Özellikle cinsel saldırı ve nitelikli cinsel suçlarda, “her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delil” standardı vurgulanmaktadır (Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 14.02.2024, E. 2023/9851, K. 2024/1232).
Suç Vasfının Doğru Belirlenmesi ve Yaptırım Sistemi
Uygulamada en sık karşılaşılan sorunlardan biri, fiilin yanlış suç tipine sokulmasıdır. Teşhir niteliğindeki fiillerin hayasızca hareketler yerine cinsel taciz olarak değerlendirilmesi veya müstehcenlik fiillerinin yalnızca özel hayatın gizliliği kapsamında ele alınması, Yargıtay tarafından bozma nedeni yapılmaktadır. Ceza tayininde ise failin kastı, fiilin süresi, tekrar edip etmediği ve mağdur üzerindeki etkisi birlikte değerlendirilmelidir. Zincirleme suç hükümlerinin uygulanması hâlinde, bu artırımın somut gerekçelerle açıklanması zorunludur (Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 27.09.2023, E. 2021/13347, K. 2023/21728).
Sonuç ve Değerlendirme
Bu çalışma boyunca, TCK’nın farklı bölümlerinde düzenlenmiş olmakla birlikte uygulamada çoğu zaman aynı olay örgüsü içinde kesişen veya birbirine dönüştürülen suç tipleri bütüncül bir yaklaşımla ele alınmıştır. Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar, özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçlar ile genel ahlaka karşı suçlar arasında normatif sınırların net olmadığı; aksine bu sınırların büyük ölçüde somut olayın özelliklerine, failin kastına, eylemin gerçekleşme biçimine ve aleniyet derecesine göre belirlendiği görülmektedir. Yargıtay içtihatlarının incelenmesi de bu tespiti güçlü biçimde doğrulamaktadır.
İncelenen kararlar, özellikle uygulamada sıkça karşılaşılan üç temel sorunu görünür kılmaktadır. Birinci sorun, fiilin yanlış suç tipine oturtulmasıdır. Aynı eylemin kimi zaman hayasızca hareketler, kimi zaman cinsel taciz, kimi zaman da müstehcenlik olarak nitelendirilmesi; hatta bazı dosyalarda özel hayatın gizliliğini ihlal veya fuhuş suçlarıyla iç içe geçirilmesi, maddi ceza hukukunun belirlilik ilkesini zedeleyen sonuçlar doğurmaktadır. Yargıtay, bu tür nitelendirme hatalarını, suçun kanuni unsurlarının somut olayla birebir ilişkilendirilmemesi nedeniyle bozma sebebi yapmaktadır. Özellikle aleniyet unsurunun varlığı, mağdurun yaşı, fiilin tekrar edip etmediği ve eylemin yöneldiği hukuki değer, nitelendirmede belirleyici kriterler olarak öne çıkmaktadır.
İkinci temel sorun, delil değerlendirmesinde objektiflikten uzaklaşılmasıdır. Cinsel ve ahlaka karşı suçlarda, toplumsal hassasiyetlerin yargılamaya sirayet etmesi riski yüksektir. Bu nedenle Yargıtay, soyut iddialara, çelişkili beyanlara veya maddi delille desteklenmeyen anlatımlara dayanılarak mahkûmiyet kurulmasını hukuka aykırı bulmaktadır. İncelenen içtihatlarda, “her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delil” standardının özellikle vurgulandığı; şüpheden sanık yararlanır ilkesinin bu suçlar bakımından da tavizsiz uygulanması gerektiğinin altının çizildiği görülmektedir (Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 14.02.2024, E. 2023/9851, K. 2024/1232).
Üçüncü sorun alanı ise usule ilişkin güvencelerin ihmal edilmesidir. Şikâyete tabiiyetin yanlış değerlendirilmesi, uzlaştırma hükümlerinin kapsam dışı suçlarda uygulanması veya uygulanabilir hâllerde göz ardı edilmesi, basit yargılama usulünün sanık aleyhine sonuç doğuracak biçimde tatbik edilmesi gibi uygulamalar, Yargıtay denetiminde sıklıkla bozma nedeni yapılmaktadır. Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararları sonrasında basit yargılama usulüne ilişkin değerlendirmelerin yeniden yapılması gerektiği, Yargıtay kararlarında açık biçimde ortaya konulmuştur (Yargıtay 4. Ceza Dairesi, 28.03.2023, E. 2021/976, K. 2023/16574).
Bu bağlamda, ele alınan tüm suç tipleri bakımından ortak bir sonuca ulaşmak mümkündür: Ceza hukukunun bu alanı, geniş yorumlara en elverişli fakat aynı zamanda en yüksek hak ihlali riski taşıyan alanlardan biridir. Cinsel dokunulmazlık, özel hayat ve genel ahlak gibi kavramlar, toplumsal değer yargılarıyla doğrudan ilişkili olduğu için, yargısal değerlendirmelerin duygusal veya sezgisel temellere kayma tehlikesi her zaman mevcuttur. Yargıtay içtihatları, bu tehlikeye karşı ceza hukukunun anayasal sınırlarını ve klasik ilkelerini sürekli olarak hatırlatan bir denge mekanizması işlevi görmektedir. Hayasızca hareketler suçunda aleniyet unsurunun titizlikle değerlendirilmesi, müstehcenlik suçunda çocukların korunmasına ilişkin özel hassasiyet, fuhuş suçunda cebir, tehdit, hile veya çaresizlik unsurunun somutlaştırılması ve özel hayatın gizliliğinin ihlalinde görüntü veya sesin ifşa edilme biçiminin doğru tahlil edilmesi, bu yaklaşımın yargısal tezahürleridir.
Sonuç olarak bu çalışma, yalnızca ilgili suç tiplerinin kanuni çerçevesini açıklamayı değil; aynı zamanda uygulamada karşılaşılan sistematik hataları Yargıtay içtihatları ışığında görünür kılmayı amaçlamıştır. Ortaya çıkan tablo, ceza yargılamasında tepkici değil analitik, genelleştirici değil olay temelli, genişletici değil sınırlayıcı bir yorum anlayışının zorunlu olduğunu göstermektedir. Aksi hâlde, korunmak istenen hukuki değerler adına bireysel hak ve özgürlüklerin zedelenmesi kaçınılmaz hâle gelecektir.
Bu nedenle, incelenen suçlar bakımından hem uygulayıcılar hem de savunma makamı açısından temel öneri; her somut olayda suç tipinin unsurlarını ayrı ayrı ve gerekçeli biçimde tartışmak, Yargıtay içtihatlarını yalnızca sonuç olarak değil, gerekçe mantığıyla birlikte değerlendirmek ve ceza hukukunun anayasal sınırlarını daima göz önünde bulundurmak olmalıdır. Bu yaklaşım, yalnızca doğru kararlar verilmesini değil, aynı zamanda ceza adaletine duyulan toplumsal güvenin korunmasını da sağlayacaktır.
Türkçe
English
Français
Deutsch









Comments
No comments yet.