Siyasal casusluk (TCK m.328), devletin güvenliği ile iç/dış siyasal yararlarını korumak için “gizli bilginin temini” ve “özel maksat” unsurlarına dayanır. 2014 tarihli dar yorum, yabancı devletle bağlantı/anlaşma vurgusunu öne çıkarırken; 2024’teki geniş yorum, dijital veri teminini ve örgütsel bağları “temin + özel maksat” kombinasyonuyla yeterli görme eğilimini güçlendirmiştir. 2025 içtihadı, kanun yararına bozmanın sınırlarını çizerek ne bis in idem ve kesin hüküm güvencesini pekiştirir. Dijital çağda kişisel veriler, şifreli iletişim ve veri analitiği, “gizli kalması gereken bilgi”nin kapsamını genişletip ispat standardını zorlaştırır. Bu genişleme, basın–ifade özgürlüğü ve kamu yararı savunularıyla çatışma riski taşır. Karşılaştırmalı hukuk (ABD Espionage Act, UK Official Secrets Act, Almanya StGB §94), anlaşma şartını aramayan ve siber faaliyetleri açık kapsayan çerçevelerle daha öngörülebilir bir model sunar. Uygulamada, özel kastın somut olgularla (yöntem, zaman, bağlantı, finansal iz) ispatı ve dijital delillerin hukuka uygunluğu belirleyicidir. Normatif düzlemde “siber casusluk” için müstakil tip, gizlilik ölçütlerinin netleştirilmesi ve anlaşma şartına ilişkin belirsizliğin giderilmesi önerilir. Güvenlik–özgürlük dengesini gözeten, yeknesak içtihatlı bir uygulama, m.328’in demokratik hukuk devletiyle uyumunu teminat altına alacaktır.
Siyasal Casusluk Suçu ve Cezası: İmamoğlu Olayı
Casusluk, devletlerin güvenliğiyle doğrudan bağlantılı olan en eski suç tiplerinden biridir. Tarih boyunca siyasî, askerî, ekonomik ve teknolojik alanlarda gizli bilgi elde etme çabası, ulusal güvenlik hukukunun temel kaygılarından biri olmuştur. Günümüzde ise klasik casusluk yöntemleri yerini büyük ölçüde dijital araçlara, siber istihbarat faaliyetlerine ve yapay zekâ destekli veri analiz tekniklerine bırakmıştır. Bu dönüşüm, özellikle devlet sırlarının korunması ve bilgi güvenliğinin sağlanması bakımından ceza hukuku düzenlemelerini daha karmaşık hâle getirmiştir.
Türk Ceza Kanunu’nun ikinci kitabının dördüncü kısmında “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” başlığı altında yer alan düzenlemeler, devletin güvenliğine ilişkin bilgilerin temini, açıklanması veya yayılmasını önlemeye yöneliktir. Bu kapsamda, TCK m.328 “Siyasal veya askerî casusluk” suçunu tanımlayarak, gizli kalması gereken bilgilerin siyasal veya askerî casusluk maksadıyla temin edilmesini 15 yıldan 20 yıla kadar hapis cezası ile yaptırıma bağlamıştır.
Bu makalenin amacı, TCK m.328’in unsurlarını, özellikle “temin” fiili ve “casusluk kastı”nın kapsamını, Yargıtay 9. Ceza Dairesi 2014/7360, 3. Ceza Dairesi 2024/2320 ve 3. Ceza Dairesi 2025/5971 sayılı kararları ışığında analiz etmek; ayrıca güncel gelişmeler bağlamında, Ekrem İmamoğlu–Hüseyin Gün casusluk soruşturması örneği üzerinden uygulamadaki yansımaları değerlendirmektir.
Bu inceleme, hem içtihat farklılıklarını hem de dijital çağın getirdiği yeni casusluk biçimlerini hukukî bir bütünlük içinde ele almayı amaçlamaktadır. Böylelikle, maddenin hem maddi hem de manevi unsurlarının daha öngörülebilir biçimde uygulanabilmesi ve benzer vakalarda yargısal yeknesaklığın sağlanması hedeflenmektedir.
Yasal Çerçeve
Türk Ceza Kanunu’nda devlet sırlarına karşı suçlar, 326 ila 339. maddeler arasında düzenlenmiştir. Bu bölüm, devletin güvenliği, iç ve dış siyasal yararları, millî savunma kabiliyeti ve uluslararası ilişkilerdeki menfaatlerinin korunmasını esas alır.
Bu bağlamda TCK m.327 “Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme” suçunu, TCK m.328 ise aynı fiilin siyasal veya askerî casusluk maksadıyla gerçekleştirilmesini ayrı bir suç tipi olarak düzenler. Böylece kanun koyucu, sıradan bilgi temininden casusluk amaçlı bilgi teminini ayırmış ve daha ağır yaptırıma tabi tutmuştur.
TCK m.328’in birinci fıkrası şöyledir: “Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla, gizli kalması gereken bilgileri, siyasal veya askerî casusluk maksadıyla temin eden kimseye onbeş yıldan yirmi yıla kadar hapis cezası verilir.”
İkinci fıkrada ise savaş hâli veya düşman devlet yararına işlenme gibi durumlar ağırlaştırıcı neden olarak düzenlenmiştir.
Madde, Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerinde yer alan “devlet sırrı” kavramıyla da ilişkilidir. Anayasa, düşünceyi açıklama ve basın özgürlüklerinin sınırlarını belirlerken, “devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması” zorunluluğunu açıkça belirtmiştir. Bu anayasal sınır, TCK m.328’in meşruiyet temelini oluşturur.
Ayrıca Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 47. maddesi, açıklanması hâlinde devletin dış ilişkilerine veya millî güvenliğine zarar verebilecek bilgileri “devlet sırrı” olarak tanımlar. CMK 125. maddeye göre, devlet sırrı niteliğindeki belgeler mahkemeye karşı gizli tutulamaz; ancak yalnızca hâkim veya mahkeme heyeti bu belgeleri inceleyebilir.
Bunun yanında, Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nun 16. ve 18. maddeleri de devlet sırrı kavramını tanımlamakta ve gizlilik derecelerini belirlemektedir. Bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, TCK m.328’in konusunu oluşturan “gizli kalması gereken bilgi”, yalnızca idarî tasarrufla gizli sayılan veriler değil, özünde devletin güvenliğiyle doğrudan bağlantılı ve açıklanması hâlinde ülkenin menfaatlerini tehlikeye sokacak nitelikteki bilgilerdir.
Dolayısıyla, maddenin uygulanabilmesi için bilgi veya belgenin sır vasfının bulunması gerekir. Bu vasfın belirlenmesi, her somut olayda yargı organlarının takdirine bağlı olup, gereğinde bilirkişi incelemesiyle desteklenebilir.
Korunan Hukuki Değer ve Suçun Konusu
Siyasal veya askerî casusluk suçunun koruduğu temel hukuki değer, devletin güvenliği, millî savunma kapasitesi ve iç veya dış siyasal yararlarıdır. Bu değerler, devletin varlığını, bağımsızlığını ve uluslararası ilişkilerdeki konumunu doğrudan etkilediği için, kanun koyucu tarafından en yüksek düzeyde koruma altına alınmıştır.
“Devletin güvenliği” kavramı, yalnızca fizikî saldırı veya savaş tehditlerini değil, devletin bütünlüğünü, diplomatik ilişkilerini, ekonomik çıkarlarını ve stratejik planlarını da kapsar. Dolayısıyla, devletin güvenliğini ilgilendiren bir bilginin yetkisiz kişilerce temin edilmesi, açıklanmasa dahi, sırf temin fiiliyle devletin çıkarlarını tehlikeye sokabilir. Bu nedenle, maddenin yapısı gereği, tehlike suçu niteliği taşır; zararın fiilen gerçekleşmesi aranmaz.
Suçun konusunu, “niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgiler” oluşturur. Bu ifade, hem “özünde devlet sırrı olan bilgileri” hem de “yetkili makamlarca gizli tutulması gereken” bilgileri kapsar. Burada iki ayrı düzeyden söz edilebilir:
- Özünde devlet sırrı olan bilgiler: Bu bilgiler, açıklanması hâlinde devletin güvenliği veya dış ilişkilerinin doğrudan zarar göreceği, millî savunma, istihbarat, diplomasi, teknoloji ve enerji güvenliği gibi alanlara ilişkin verilerdir. Yargıtay içtihatlarında “özünde devlet sırrı” niteliği taşıyan bilgilere örnek olarak, askerî planlar, savunma sanayi projeleri, güvenlik teşkilatlarının personel bilgileri veya yabancı devletlerle yürütülen gizli diplomatik temaslara ilişkin veriler gösterilmektedir.
- Yetkili makamların açıklanmasını yasakladığı bilgiler: Bu tür bilgiler, özünde devlet sırrı olmasa bile, devlet menfaatleri gereği gizli tutulması zorunlu görülen verilerdir. Örneğin, güvenlik soruşturması belgeleri, operasyon planları, teknik istihbarat kayıtları veya hassas diplomatik yazışmalar bu kapsama girebilir.
Yargıtay’ın yerleşik yaklaşımına göre, bilginin “gizli kalması gereken” nitelikte olup olmadığı, soyut bir kabulle değil, somut olayın özellikleri çerçevesinde belirlenmelidir. Bu tespit, çoğu zaman idari kurumların gizlilik derecelendirmesiyle birlikte değerlendirilir; ancak nihai karar merci daima mahkemedir. Zira CMK m.125 uyarınca, devlet sırrı olduğu iddia edilen belgeler mahkemeden saklanamaz, fakat yalnızca hâkim veya heyet tarafından incelenebilir.
Casusluk suçunun konusunu oluşturan bilgi veya belgenin gerçek, doğru ve henüz gizlilik niteliğini yitirmemiş olması gerekir. Kamuoyuna açıklanmış veya artık devlet güvenliğiyle bağlantısı kalmamış veriler, sır vasfını kaybeder. Bu durum, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2014/7360 K. sayılı kararında da açıkça ifade edilmiştir. Daire, casusluk suçunun oluşabilmesi için bilginin “gerçek ve doğru olması, gizlilik niteliğini kaybetmemiş bulunması ve devlet güvenliği açısından gizli kalmasının gerekliliği” koşullarını aramıştır.
Öte yandan, 3. Ceza Dairesinin 2024/2320 K. sayılı kararında, dijital ortamda elde edilen kişisel verilerin de casusluk suçunun konusunu oluşturabileceği belirtilmiştir. Bu kararda, Çin istihbaratıyla bağlantılı olduğu iddia edilen sanıkların, Türkiye’ye sığınan Uygur asıllı kişilerin kimlik, adres ve iletişim bilgilerini temin etmeleri “devletin iç ve dış siyasal yararlarını tehlikeye sokacak nitelikte bilgi temini” olarak değerlendirilmiştir.
Bu içtihat, casusluk suçunun artık yalnızca askerî belgeler veya devlet kurumlarındaki gizli dosyalarla sınırlı olmadığını, kişisel veri, dijital içerik ve iletişim kayıtlarının da devlet güvenliğiyle ilişkili hale gelebileceğini ortaya koymaktadır. Böylece, klasik “belge temini” anlayışı, çağdaş bilgi güvenliği perspektifine evrilmiştir.
Sonuç olarak, suçun konusu yalnızca devlet arşivlerinde bulunan fiziksel belgeler değil; elektronik veriler, dijital yazışmalar, istihbarat raporları, güvenlik kayıtları ve bunlara ilişkin teknik altyapı bilgilerini de kapsar. Dolayısıyla, casusluk suçunun alanı günümüzde siber casusluk faaliyetleriyle genişlemiş; bilgi temin biçimleri çeşitlenmiş; ancak korunan hukuki değer – devletin güvenliği ve siyasal menfaati – değişmeden kalmıştır.
Maddi Unsur: “Temin” ile Suçun Tamamlanması
Maddenin açık hükmü gereğince, suçun maddi unsurunu gizli kalması gereken bilgilerin temin edilmesi oluşturur. Temin, yalnızca fiziki bir belgenin ele geçirilmesi anlamına gelmez; bilginin herhangi bir yolla öğrenilmesi, elde edilmesi veya erişilebilir hâle getirilmesi de yeterlidir.
Bu kapsamda, bilgiyi içeren belgenin ele geçirilmiş olması, bilginin kopyalanması, kaydedilmesi, dijital ortamda aktarılması ya da elektronik iletişim yoluyla elde edilmesi temin fiilinin gerçekleştiği anlamına gelir. Suçun tamamlanması için bu bilginin başka bir kimseye verilmesi veya açıklanması gerekmez. Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin 2024/2320 K. sayılı kararında da belirtildiği üzere, “suç, sır olan bilginin temin edilmesiyle tamamlanmış olur.”
Nitekim Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 24.02.1940 tarihli 828/477 sayılı kararında, bilginin “tesadüfen değil, casusluk kastıyla gayret ve mesai sarf edilerek elde edilmesi” gerektiği vurgulanmıştır. Bu yaklaşım, failin pasif şekilde bilgiye rastlamasından ziyade, bilinçli bir araştırma, toplama veya elde etme çabasının varlığını aramaktadır.
Maddi unsur yönünden dikkat edilmesi gereken bir diğer husus, bilginin gerçek ve doğru olmasıdır. Gerçeği yansıtmayan, yanlış veya uydurma bilgiler casusluk suçunun konusunu oluşturmaz. Ayrıca bilginin gizlilik niteliğini kaybetmemiş olması gerekir. Kamuya açık hale gelen veya basında yer alan bilgiler artık sır olmaktan çıktığı için casusluk suçunun konusunu teşkil etmez.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 2014/7360 K. sayılı kararında, casusluk suçunun oluşabilmesi için sekiz temel kriter belirlenmiştir:
- Bilginin gerçek ve doğru olması,
- Gizlilik niteliğini kaybetmemiş olması,
- Devlet güvenliği veya siyasal yarar bakımından gizli kalmasının gerekmesi,
- Siyasal veya askerî casusluk maksadıyla temin edilmesi,
- Bir çaba sonucunda elde edilmesi,
- Yabancı bir devlet yararına olması,
- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin zararına olması,
- Lehine casusluk yapılan devletle bir anlaşma kapsamında gerçekleştirilmesi.
Ancak 3. Ceza Dairesi’nin 2024/2320 K. sayılı kararında, bu kriterlerden “yabancı devletle anlaşma şartı” yumuşatılmış ve modern casusluk biçimleri dikkate alınarak, failin herhangi bir ülkeyle önceden anlaşma yapmamış olsa dahi, bir yabancı örgüt veya yapı lehine hareket etmesinin yeterli olacağı yönünde genişletici bir yorum benimsenmiştir.
Böylece, klasik casuslukta olduğu gibi diplomatik ilişkiler veya fiziksel belge aktarımı yerine, dijital ortamda veri toplama, sızdırma veya analiz etme faaliyetleri de “temin” fiili kapsamında değerlendirilmeye başlanmıştır. Özellikle Hüseyin Gün – Ekrem İmamoğlu soruşturmasında gündeme gelen “yazışma analizi” iddiası, bilginin klasik anlamda ele geçirilmeden dahi temin edilebileceğini göstermektedir.
Manevi Unsur: Özel Kast (Casusluk Maksadı)
Casusluk suçunun manevi unsuru, yalnızca genel kastla sınırlı değildir; failin özel bir amaçla, yani siyasal veya askerî casusluk maksadıyla hareket etmesi gerekir. Bu unsur, TCK m.327’deki genel bilgi temin suçundan m.328’deki casusluk suçunu ayıran temel kriterdir.
Casusluk kastının varlığını tespit etmek, çoğu zaman doğrudan değil, dolaylı delillerle mümkündür. Failin niyetini ve amacı dış dünyaya yansıtan olgular arasında şunlar sayılabilir:
- Bilginin elde edilme yöntemi (gizlilik, şifreleme, gizli iletişim kanalları kullanımı),
- Bilgilerin temin edildiği zaman (siyasi gerilim, seçim dönemi, dış kriz zamanı),
- Bilgilerin niteliği (devlet güvenliğine ilişkin olması),
- Failin bağlantıları (yabancı kişi, kuruluş veya örgütlerle temas),
- Maddi çıkar veya ideolojik saik bulunması.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 2014 tarihli kararında casusluk kastının ancak “yabancı bir devlet yararına ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine” hareket edilmesi halinde var olacağı belirtilmiş; Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun 02.10.1997 tarihli kararında ise casusluk kastı için “casus ile lehine casusluk yapılan devlet arasında bir anlaşma” aranmıştır.
Ancak daha yeni tarihli içtihatlarda bu görüş esnetilmiş, özellikle 3. Ceza Dairesi’nin 2024/2320 K. kararında “fail, herhangi bir ülke ya da organizasyonla anlaşma yapmaksızın bilgi ve belgeleri temin edip sonradan belirleyebileceği bir devlete servis edebilir” denilerek, modern casusluk biçimleriyle uyumlu bir yorum benimsenmiştir.
Bu doğrultuda, casusluk kastının tespitinde artık “resmî anlaşma” değil, failin yabancı yapı veya güç lehine hareket ettiği yönündeki olgusal deliller yeterli görülmektedir. Bu yaklaşım, dijital çağda sınır ötesi casusluk faaliyetlerinin esnek ve karmaşık yapısını yargısal açıdan daha gerçekçi şekilde kavramaktadır.
Manevi unsur yönünden bir başka önemli husus, örgütsel bağlılık ve ideolojik motivasyonun rolüdür. 3. Ceza Dairesi’nin 2025/5971 K. sayılı kararında, failin örgüt mensubiyeti ve gizli iletişim yöntemlerini kullanmasının casusluk kastına delalet edebileceği belirtilmiştir. Buna karşın, karar aynı zamanda “delil yetersizliği” ve “çifte yargılama yasağı (ne bis in idem)” ilkelerine vurgu yaparak, özel kastın yalnızca varsayım yoluyla ispat edilemeyeceğini, somut verilerle desteklenmesi gerektiğini de vurgulamıştır.
Sonuç itibarıyla, casusluk suçunun manevi unsuru iki aşamalı değerlendirme gerektirir:
- Failin bilgiyi gizli olduğunu bilerek temin etmesi (bilinçli kast),
- Bu bilgiyi yabancı devlet veya yapı lehine, Türkiye’nin zararına temin etme amacı (özel kast).
Her iki unsurun varlığı ispat edilmeden mahkûmiyet kurulamaz. Bu yönüyle madde, hem geniş yorum tehlikesine hem de özel kastın ispatındaki güçlüğe açık bir hükümdür. Bu nedenle Yargıtay, casusluk kastının “kişisel çıkar, ideolojik bağlılık veya örgütsel görev bilinci” ile somut bağlantılarla kanıtlanmasını aramaktadır.
İçtihatlarla Unsurların İnşası
9. Ceza Dairesi’nin 2014/7360 Kararı: Klasik Casusluk Modeli
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 2014 tarihli bu kararı, TCK m.327 ve m.328’in ayrım çizgisini belirlemesi bakımından dönüm noktası niteliğindedir. Daire, casusluk suçunun oluşabilmesi için yalnızca bilginin gizli olmasının yeterli olmadığını, failin siyasal veya askerî casusluk maksadıyla hareket ettiğinin somut delillerle ortaya konulması gerektiğini vurgulamıştır.
Kararda, 328. maddenin 327. maddeden farkı olarak, “yabancı bir devlet yararına hareket” unsuruna dikkat çekilmiş; bu bağlamda suçun oluşumu için sekiz koşul sıralanmıştır:
- Bilginin gerçek ve doğru olması,
- Bilginin gizlilik niteliğini kaybetmemesi,
- Devletin güvenliği veya iç/dış siyasal yararları bakımından gizli kalmasının gerekmesi,
- Siyasal veya askerî casusluk maksadıyla temin edilmesi,
- Teminin bir çaba sonucunda gerçekleşmesi,
- Yabancı bir devlet yararına temin edilmesi,
- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin zararına sonuç doğurması,
- Lehine casusluk yapılan devletle bir anlaşma veya bağlantı bulunması.
Bu karar, “yabancı devlet yararına” unsurunu mutlak koşul olarak değerlendirmiş ve casusluk kastını “yabancı bir devletin çıkarını korumaya yönelik hareket” ile özdeşleştirmiştir. Ayrıca, Askerî Yargıtay’ın 1942 ve 1997 tarihli kararlarına atıf yapılarak, casusluk fiilinin “bir anlaşma çerçevesinde yürütülmesi” gerektiği belirtilmiştir.
Bu çerçevede 2014 kararı, klasik casusluk anlayışını sürdürmüş; doğrudan devletler arası bilgi aktarımı veya düşman devlet lehine hareket tarzını esas almıştır. Ancak kararın bu yorumu, dijital çağın “bağımsız aktörler” veya “örgüt temelli istihbarat toplama” vakaları karşısında oldukça dar kalmaktadır.
Ceza Dairesi’nin 2024/2320 Kararı: Modern Casusluk ve Dijital Faaliyetler
2024 tarihli bu karar, casusluk suçunun dijital çağ koşullarına uyarlanmasında önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Dosya konusu olayda, Çin istihbaratıyla bağlantılı olduğu iddia edilen sanıkların, Türkiye’ye sığınan Uygur kökenli şahısların kimlik, adres ve özel yaşam bilgilerini toplayarak Çin makamlarına ilettikleri ileri sürülmüştür.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, sanıkların dijital araçlarla topladığı kişisel bilgileri “devletin iç ve dış siyasal yararlarını tehlikeye sokabilecek nitelikte gizli bilgiler” olarak değerlendirmiştir. Bu yönüyle, ilk kez kişisel veri mahiyetindeki bilgilerin de casusluk suçunun konusunu oluşturabileceğini kabul etmiştir.
Kararda, casusluk suçunun maddi unsuruna ilişkin şu tespit yapılmıştır: “Bilginin temini için kullanılan vasıtanın önemi olmadığı gibi, bilgiyi içeren belgenin elde edilmiş olması veya başkasına verilmesi şart değildir; suç, gizli bilginin temin edilmesiyle tamamlanır.” Böylece, “temin” fiilinin kapsamı genişletilerek, dijital erişim, veri aktarımı, kamera kaydı veya iletişim yoluyla elde etme biçimleri de suç kapsamına dâhil edilmiştir.
Manevi unsur bakımından ise Daire, 2014 içtihadından farklı olarak, casusluk kastı için yabancı bir devletle önceden yapılmış bir “anlaşma”yı aramamış; failin “yabancı bir yapı veya organizasyon lehine hareket etmesinin” yeterli olacağı sonucuna varmıştır. Bu yorum, uluslararası istihbarat ağlarının günümüzde devletten bağımsız örgütsel yapılarla yürütüldüğü gerçeğini dikkate alan modern bir yaklaşımdır.
Kararda ayrıca, devlet sırrı kavramı üçlü bir ayrıma tabi tutulmuştur:
- Özünde devlet sırrı olan bilgiler,
- Yetkili makamların açıklanmasını yasakladığı bilgiler,
- İdari kurumların gizli tuttuğu bilgiler.
Bu ayrım, casusluk suçunun yalnızca askerî belgelerle sınırlı olmadığını; kamu kurumlarının sivil nitelikli gizli belgelerinin de suçun konusuna dâhil olabileceğini ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, 2024 kararıyla birlikte casusluk suçunun dijital ve örgütsel boyutu yargısal olarak tanınmış; suçun unsurları çağın teknolojik koşullarına göre yeniden yorumlanmıştır.
Ceza Dairesi’nin 2025/5971 Kararı: Usul Sınırları ve Kanun Yararına Bozma
Bu karar, esasen casusluk suçunun maddi unsurlarından çok, usul boyutunu ilgilendirmektedir. Daire, siyasal veya askerî casusluk suçundan verilen beraat kararının “kanun yararına bozma” yoluyla denetlenemeyeceğine hükmetmiştir.
Olayda, sanık FETÖ/PDY örgütünün MİT içindeki yapılanmasına mensup olmakla suçlanmış; casusluk suçundan beraat, örgüt üyeliğinden ise mahkûmiyet kararı verilmiştir. Karar kesinleştikten sonra MİT tarafından yeni deliller sunulmuş ve Adalet Bakanlığı kanun yararına bozma isteminde bulunmuştur. Ancak Yargıtay, şu gerekçeyle talebi reddetmiştir: “Kesinleşen hükümde yeni delillerin ortaya çıkması, ancak yargılamanın yenilenmesini gerektirebilir; kanun yararına bozma talebinin konusu olamaz.”
Daire ayrıca, çifte yargılama yasağı (ne bis in idem) ilkesine atıf yaparak, bir kişinin aynı fiilden dolayı aynı egemenlik alanında iki kez yargılanamayacağını vurgulamıştır. Bu yönüyle karar, casusluk suçunun yargısal güvenceler ve hukuk güvenliği ilkeleri bakımından sınırlarını çizmiştir.
Bu içtihadın pratik sonucu, casusluk suçuna ilişkin soruşturmalarda elde edilen yeni delillerin doğrudan kanun yararına bozma konusu yapılamayacağı, yalnızca yargılamanın yenilenmesi süreciyle değerlendirilebileceğidir. Böylece, TCK m.328 kapsamındaki davalarda kesin hükmün istikrarı ilkesi bir kez daha teyit edilmiştir.
İçtihatların Ortak Noktaları ve Yönelim
Bu üç karar birlikte değerlendirildiğinde, Türk yargısının casusluk suçuna yaklaşımında üç evre göze çarpmaktadır:
- Klasik dönem (2014): Casusluk yalnızca devletler arası bilgi aktarımıyla sınırlı görülmüş, yabancı devletle ilişki ve anlaşma şartı aranmıştır.
- Modern dönem (2024): Casusluk kastı daha geniş yorumlanmış, dijital bilgi temini ve örgütsel hareketler suç kapsamında değerlendirilmiştir.
- Usulî dönüm noktası (2025): Delil tartışmalarının yargılama aşamasına bağlılığı vurgulanmış, hukuk güvenliği ve ne bis in idem ilkeleri ön plana çıkarılmıştır.
Bu gelişmeler, casusluk suçunun içeriğinin hem maddi açıdan genişlediğini, hem de usulî açıdan sıkı denetime tabi tutulduğunu göstermektedir. Günümüzde casusluk artık yalnızca fiziksel belge teminiyle değil, dijital erişim, siber saldırı, veri sızdırma veya özel yazışma analizi gibi yöntemlerle de işlenebilir hale gelmiştir. Ancak buna rağmen, yargı organları özel kastın ispatında hâlâ yüksek bir delil standardı aramakta, varsayımlara dayalı mahkûmiyetlerden kaçınmaktadır.
İspat ve Delil Standardı
Casusluk suçunun niteliği gereği, gizli yürütülen faaliyetlere dayanması nedeniyle doğrudan delillerin bulunması çoğu zaman mümkün değildir. Bu nedenle, mahkemeler genellikle dolaylı delillerden, failin davranış biçiminden, ilişkilerinden ve elde ettiği verilerin niteliğinden hareketle sonuca ulaşmaktadır. Ancak bu durum, suçun özel kast gerektiren yapısı karşısında ciddi ispat sorunlarını da beraberinde getirmektedir.
Delillerin Niteliği ve Kabul Edilebilirlik Ölçütü
Casusluk suçunda deliller genellikle dijital nitelikte olur: e-posta kayıtları, şifreli mesajlaşmalar, veri transfer logları, gizli kamera kayıtları, hard diskler, cep telefonu içerikleri veya bulut depolama dosyaları. Bu tür delillerin hukuka uygun biçimde elde edilmesi büyük önem taşır.
CMK m.134 uyarınca yapılan dijital incelemelerde usule uygun arama, kopyalama ve imaj alma işlemleri yapılmadığı takdirde, elde edilen veriler hukuka aykırı delil sayılacaktır. Bu durumda, delil olarak kullanılamayacağı Anayasa m.38/6 ve AİHS m.6/1 uyarınca açıktır.
Yargıtay’ın casusluk davalarındaki yaklaşımı da bu yöndedir. 3. Ceza Dairesi’nin 2025/5971 sayılı kararında, “yargılama aşamasında tartışılmayan veya sonradan dosyaya giren delillerin” hükmü etkileyemeyeceği, çünkü bu durumun adil yargılanma hakkı ve çifte yargılama yasağı (ne bis in idem) ilkeleriyle bağdaşmayacağı vurgulanmıştır. Bu karar, delil değerlendirmesinin yalnızca yargılama evresinde tartışılan unsurlarla sınırlı olduğunu teyit eder niteliktedir.
Ayrıca, delil niteliği taşıyan belgelerin “devlet sırrı” kapsamında olup olmadığı da önemlidir. CMK m.125 uyarınca, devlet sırrı olduğu ileri sürülen belgeler yalnızca mahkeme heyeti tarafından incelenebilir; taraflara açıklanmaz, ancak içeriği tutanağa özetlenerek kaydedilir. Bu mekanizma, bir yandan devlet güvenliğini korurken, diğer yandan savunma hakkını sınırlama riski doğurur. Bu nedenle hâkimin, devlet sırrı gerekçesinin kötüye kullanılmadığından emin olması gerekir.
Casusluk Kastının İspatı
Casusluk suçunun en zor ispat unsuru, failin özel kastıdır. Failin bilgi temin etme eyleminin “yabancı devlet veya yapı yararına” gerçekleştirildiğinin somut göstergelerle kanıtlanması gerekir. Yargıtay içtihatlarına göre, casusluk kastının varlığı şu tür delillerle ortaya konulabilir:
- Yabancı kişi veya kuruluşlarla gizli iletişim trafiği (ör. şifreli mesajlaşma uygulamaları),
- Maddi menfaat temin edilmesi veya vaat edilmesi,
- Bilgilerin gizlilik derecesine rağmen kopyalanması veya aktarılması,
- Failin gizli örgütlenmelerle organik bağı,
- Bilginin temin edilme zamanı ve koşullarının olağan dışı oluşu,
- Eylemlerin süreklilik ve sistematiklik arz etmesi.
Örneğin 2024/2320 sayılı karar, Çin istihbaratının talimatlarıyla hareket eden sanıkların “sistematik biçimde mağdurları izlemeleri ve kişisel verilerini toplamaları” fiilini casusluk kastına delil olarak değerlendirmiştir. Buna karşılık 2025/5971 sayılı karar, yalnızca örgüt üyeliği veya geçmiş bağlantıların casusluk kastını ispat etmeye yeterli olmayacağını, somut temin fiiliyle bağlantı kurulması gerektiğini vurgulamıştır.
Dolayısıyla, failin niyeti doğrudan beyanla ortaya konulamıyorsa, onun hareket tarzı, kullandığı yöntemler ve elde ettiği bilgilerin niteliği değerlendirilerek kast çıkarımı yapılır. Bu bağlamda, “bilginin gizliliğini bilme” unsuru da özel kastın ayrılmaz parçasıdır. Fail, temin ettiği bilginin devlet güvenliğiyle ilişkili olduğunu bilerek hareket etmelidir.
Dijital Delillerin Değerlendirilmesi ve Güvenilirlik Sorunu
Günümüz casusluk soruşturmalarında dijital delillerin artışı, mahkemeler açısından hem kolaylık hem de risk doğurur. Dijital verilerin manipüle edilebilirliği, kaynağının doğrulanması ve elde edilme yöntemlerinin denetlenmesi adil yargılanmanın temel koşuludur.
Yargıtay, dijital delillerin değerlendirilmesinde şu üç kriteri benimsemektedir:
- Kaynağın doğrulanabilirliği (hash değerlerinin eşleşmesi, orijinal imaj dosyalarının bulunması),
- Zincirleme muhafaza (chain of custody) kuralına uyulması,
- Bağlamsal tutarlılık (delilin faille ve suç konusu bilgilerle ilişkisi).
Bu kriterlere uyulmadığı takdirde, dijital delillerin hükme esas alınması hukuka aykırı kabul edilmektedir.
Hüseyin Gün – Ekrem İmamoğlu soruşturmasında gündeme gelen “özel yazışma analizleri” iddiaları, bu açıdan öğretici bir örnektir. Soruşturma makamları, şüphelinin “Wickr Me” uygulaması üzerinden kişisel mesajlaşmaları inceleyip raporladığını, bu verilerin “siyasal nitelikli bilgi” teşkil ettiğini öne sürmüştür. Ancak burada asıl tartışma, bu yazışmaların devlet sırrı niteliği taşıyıp taşımadığı ve verilerin temin yönteminin hukuka uygun olup olmadığı üzerindedir. Bu örnek, dijital çağda casusluk suçunun hem sınırlarının hem de ispat standardının ne denli tartışmalı hale geldiğini göstermektedir.
Delil Değerlendirmesinde Standart: “Makûl Şüpheden Uzak Kesin Kanaat”
Casusluk suçunun ispatı, diğer ceza tiplerine göre daha yüksek bir kanıt standardı gerektirir. Çünkü bu suç, ağır cezalara ve ciddi diplomatik sonuçlara yol açabilir. Bu nedenle mahkemelerin, failin casusluk kastına sahip olduğunu “makûl şüpheden uzak kesin kanaat” düzeyinde ortaya koyması gerekir.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi ve 3. Ceza Dairesi’nin birçok kararında, “varsayım, kanaat veya olasılıklar zincirinin” mahkûmiyet için yeterli olamayacağı vurgulanmıştır. Somut, doğrulanabilir ve çelişkisiz delillerin birlikte değerlendirilmesi gerekir.
Bu standart, bir yandan ulusal güvenlik kaygılarıyla cezai yaptırımı desteklerken, diğer yandan bireysel özgürlüklerin keyfî biçimde sınırlandırılmasını önler. Nitekim 3. Ceza Dairesi’nin 2025/5971 sayılı kararında, özel kastın yalnızca örgütsel bağ veya ideolojik aidiyetle ispat edilemeyeceği; bilginin gizliliği, temin yöntemi ve yabancı yapı lehine hareketin somut biçimde kanıtlanması gerektiği açıkça belirtilmiştir.
İspat Güçlükleri ve Hukuk Devleti Dengesi
Casusluk suçunun ispatı, özellikle siber faaliyetler, kriptolu iletişim ve uluslararası işbirliği gerektiren dosyalarda oldukça karmaşık hale gelmiştir. Delil elde etme süreçlerinde Millî İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve BTK gibi kurumlar birlikte çalışsa da, bu kurumların sağladığı verilerin yargısal denetime tabi tutulması zorunludur.
Burada hukuk devleti açısından temel denge, ulusal güvenliğin korunması ile adil yargılanma hakkının teminatı arasında kurulmalıdır. Bu denge bozulduğunda, casusluk suçlaması siyasal muhalifleri bastırma aracı hâline gelebilir veya tersi şekilde, gerçek casusluk faaliyetleri yeterince cezalandırılamayabilir.
Bu nedenle, mahkemelerin hem maddi delil standardını hem de özel kastın ispatını sıkı biçimde uygulamaları, uluslararası yükümlülüklerle de (AİHS m.6 ve m.7) uyumlu bir yargılama pratiği oluşturur.
Usul Boyutu
Casusluk suçunun yargılaması, diğer ceza türlerinden farklı olarak hem delil gizliliği hem de uluslararası boyut içermesi nedeniyle usul bakımından özel hassasiyet gerektirir. Özellikle devlet sırrı, istihbarat bilgileri ve diplomatik ilişkilerle bağlantılı belgelerin yargılamaya yansıma biçimi, ceza muhakemesi hukukunun genel ilkeleriyle zaman zaman çatışma yaratmaktadır. Bu bölümde, casusluk suçlarında yargılama sürecinin temel özellikleri ve olağanüstü kanun yollarının sınırları, içtihatlar ışığında sistematik olarak incelenmiştir.
Casusluk Davalarında Yargılamanın Özellikleri
Casusluk suçuna ilişkin davalar, genellikle gizlilik kararı altında yürütülür (CMK m.182/2). Bu tür dosyalarda duruşmaların kapalı yapılması, sanığın müdafi ile iletişiminde kısıtlamalar ve delillere erişim sınırlamaları gündeme gelebilir.
Bununla birlikte, adil yargılanma hakkı (Anayasa m.36 ve AİHS m.6) bu kısıtlamaların mutlak olamayacağını öngörür. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Rowe and Davis v. United Kingdom kararında, ulusal güvenlik gerekçesiyle savunmadan gizlenen delillerin ancak “mahkeme tarafından bağımsız şekilde denetlendiği” durumlarda meşru kabul edilebileceğini vurgulamıştır.
Türk yargısında da benzer yaklaşım benimsenmiş olup, CMK m.125 uyarınca devlet sırrı niteliğindeki belgeler sadece hâkim veya mahkeme heyeti tarafından incelenebilir; ancak sanığın suçun esasına ilişkin savunmasını etkileyen bilgi veya belgeler tamamen gizlenemez. Bu, casusluk suçlarında savunma hakkının özünü koruyan temel güvencedir.
Hükmün Kesinleşmesi ve Olağanüstü Kanun Yollarının Önemi
Casusluk suçlarının ağır ceza niteliği ve yüksek kamuoyu hassasiyeti, kararların çoğunlukla istinaf ve temyiz aşamalarına taşınmasına yol açar. Hükmün kesinleşmesinden sonra ise iki olağanüstü başvuru yolu önem kazanır:
- Kanun yararına bozma (CMK m.309),
- Yargılamanın yenilenmesi (CMK m.311).
Bu iki yolun kapsamı ve işlevi sıkça karıştırılmakta; ancak Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin 2025/5971 K. sayılı kararı, aralarındaki farkı net biçimde ortaya koymuştur.
2025/5971 Sayılı Karar: “Kanun Yararına Bozma” Sınırlarının Çizilmesi
Söz konusu kararda, FETÖ/PDY yapılanması kapsamında casusluk suçlamasından beraat eden sanık hakkında yeni delillerin ortaya çıkması üzerine Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozma yoluna gidilmiştir. Ancak Yargıtay şu tespitte bulunmuştur:
“Kesinleşen hükümde yeni delillerin ortaya çıkması, ancak yargılamanın yenilenmesi nedenidir; kanun yararına bozma yolunun konusu olamaz.” Bu gerekçe, CMK m.309’un lafzına uygun olup, bu maddeye göre “kanun yararına bozma” yalnızca usul hataları veya açık hukuka aykırılıklar içeren kararlar için mümkündür; yeni delillerin varlığı veya maddi olgunun yeniden değerlendirilmesi bu kapsamda değildir.
Yargıtay ayrıca, bu tür müdahalelerin kesin hüküm ilkesini zedeleyeceğini, ceza yargılamasının istikrarını bozacağını ve hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağını belirtmiştir. Böylece, casusluk suçlarında bile olağanüstü kanun yollarının sınırlı uygulanabileceği bir kez daha teyit edilmiştir.
Yargılamanın Yenilenmesi (CMK m.311 ve Devamı)
Yargılamanın yenilenmesi, casusluk gibi gizli faaliyetlere dayalı suçlarda yeni delillerin sonradan ortaya çıkma ihtimalinin yüksek olması nedeniyle en önemli olağanüstü başvuru yoludur.
CMK m.311’e göre, aşağıdaki hallerde hükümlü lehine veya aleyhine yargılamanın yenilenmesi mümkündür:
- Yeni olay veya delilin ortaya çıkması,
- Bilirkişi veya tanığın gerçeğe aykırı beyan verdiğinin anlaşılması,
- Belgenin sahte olduğunun tespiti,
- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ihlal kararı,
- Hükmün dayandığı yargı kararının ortadan kalkması.
Casusluk suçlarında özellikle “yeni delil” ve “sahte belge” nedenleri sıkça gündeme gelir. Ancak yeni delilin hükmü etkileyebilecek nitelikte olması gerekir.
Yargıtay, gizli istihbarat kaynaklarından elde edilen bilgilerin tek başına “yeni delil” sayılamayacağını; bu bilgilerin somut, doğrulanabilir ve yargısal denetime elverişli nitelikte olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Ne Bis in Idem ve Hukuk Güvenliği İlkesi
Casusluk suçlarında yargılamanın yenilenmesi talepleri sıkça çifte yargılama yasağı (ne bis in idem) tartışmasını gündeme getirir. Aynı fiil nedeniyle bir kişinin iki kez yargılanması veya cezalandırılması, Anayasa m.38/5 ve AİHS 7. Protokol m.4’e göre yasaktır.
2025/5971 sayılı kararda, sanık hakkında daha önce kesinleşmiş bir beraat kararı bulunduğundan, aynı fiil kapsamında yeni deliller gerekçe gösterilerek yeni bir yargılama başlatılamayacağı belirtilmiştir. Yargıtay bu kararıyla, casusluk gibi ağır suçlarda dahi kesin hüküm güvencesinin mutlak olduğunu teyit etmiştir.
Bu yaklaşım, hukuk devleti ilkesinin yalnızca bireysel hakları değil, ceza adalet sisteminin bütünlüğünü de koruduğunu göstermektedir.
Devlet Sırrı – Savunma Hakkı Dengesi
Casusluk davalarının usul boyutundaki en hassas sorunlardan biri, devlet sırrı gerekçesiyle belgelerin savunmadan gizlenmesidir. Bu durum, CMK m.125 uyarınca yasal dayanak bulsa da, uygulamada savunma hakkını ciddi biçimde sınırlayabilir.
Yargıtay’ın istikrarlı içtihatlarına göre, devlet sırrı gerekçesiyle gizlenen belgelerin içeriği hâkim tarafından mutlaka incelenmeli; belge, suçun sübutu açısından belirleyici ise bu içerik tutanağa özet biçiminde geçirilmelidir. Aksi halde hüküm “eksik incelemeye” dayalı olur.
AİHM de Klass and Others v. Germany kararında, ulusal güvenlik gerekçesiyle yürütülen gizli soruşturmalarda bile bağımsız bir yargısal denetimin zorunlu olduğunu belirterek bu dengenin önemini vurgulamıştır.
Değerlendirme
Casusluk suçunun yargısal süreci, ulusal güvenlik ile adil yargılanma arasındaki hassas dengeyi test eden alanlardan biridir.
- Kanun yararına bozma yalnızca açık hukuka aykırılıklar için geçerli olup, yeni delil değerlendirmesi bu kapsamda yer almaz.
- Yargılamanın yenilenmesi ise yeni, etkili ve doğrulanabilir delillerin varlığı halinde mümkündür.
- Kesin hüküm ve ne bis in idem ilkeleri, casusluk davalarında bile mutlak koruma altındadır.
- Devlet sırrı gerekçesiyle kısıtlamalar, savunma hakkını ortadan kaldıracak şekilde uygulanamaz.
Bu çerçevede 2025 içtihadı, ceza muhakemesinin istikrarını korurken, ulusal güvenlik gerekçesiyle keyfî yargılamaların önüne geçen bir dönüm noktası niteliğindedir.
Güncel Gelişmeler: Hüseyin Gün – Ekrem İmamoğlu Soruşturması
Son yıllarda “siyasal casusluk”, yalnızca devlete ait gizli askeri belgelerin yabancı devletlere aktarılması şeklinde değil; siyasi aktörlerin, kamu kurumlarının, seçmen kitlesinin verilerinin izinsiz toplanması, analiz edilmesi ve manipüle edilmesi biçiminde de ortaya çıkmaktadır. Bu dönüşüm, TCK m.328 bakımından suçun maddi konusunun, “gizli bilgilerin temini” olmaktan çıkıp, dijital veri ve seçim kampanyası bağlamında stratejik bilgi teminine doğru evrildiğini göstermektedir.
Olayın Arka Planı
Basına yansıyan haberlere göre:
- Şüpheli olarak Hüseyin Gün, seçim kampanyaları döneminde özel yazışmalar, iletişim kayıtları ve belediyeye ait veri tabanları üzerinde analizler yapıldığı iddiasıyla yargılandığı bir dosya kapsamında etkin pişmanlık başvurusunda bulunmuş durumda.
- Dosyada ayrıca Ekrem İmamoğlu (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı), Necati Özkan (kampanya direktörü/ danışman), Merdan Yanardağ (TELE1 Genel Yayın Yönetmeni) ve Melih Geçek (İSTTELKOM eski Genel Müdürü) isimleri geçmektedir.
- Savcılık iddiasına göre, İmamoğlu liderliğindeki yapı, belediyeye ait verileri ve seçmen özel bilgilerini “Ostin” adli platforma aktararak yabancı istihbarat servislerine yönelik analiz çalışmaları yürütmüş; Yanardağ da TELE1 kanal aracılığıyla bu verilerin medya ayağını oluşturmuştur. Özkan’ın ise kod adı olduğu iddia edilen “Bluestar81” ile Gün ile haberleştiği ve veriyi aktardığı ileri sürülmektedir.
- Yanardağ’a, Gün’den düzenli olarak elden maddi menfaat temin edildiği yönünde tanık beyanları bulunduğu iddia edilmiştir.
- Bu iddialar üzerine İstanbul Sulh Ceza Hakimliği, İmamoğlu, Özkan ve Yanardağ hakkında “siyasal casusluk” suçundan tutuklama kararı vermiştir.
- Melih Geçek’in soruşturmadan kısa süre tutuklandığı veya gözaltına alındığı yönünde kaynaklar mevcuttur.
Hukuki Tartışmanın Odağı: “Devletin İç Siyasal Yararları”
TCK m.328’in kapsamı açısından kritik soru şudur: Temin edilen bilgiler devletin güvenliği veya iç/dış siyasal yararları bakımından gizli kalması gereken nitelikte midir? Şu hususlar öne çıkmaktadır:
- Özel şahıslara ait verilerin, doğrudan devlet kurumlarına, savunma sistemlerine veya diplomatik ilişkilere zarar verecek içerikte olmadığı durumlarda casusluk suçunun nitelikli hali için yeterli olmayabilir.
- Gün-İmamoğlu soruşturmasında iddia edilen “belediye verilerinin yabancı servislerce analiz edilmesi” durumu, henüz yargı kararına bağlanmamış olmakla birlikte casusluk suçunun tipik örneği olan “yabancı devlet yararına hareket” unsuruna yönelik tartışma açmaktadır.
Savcılığın Yaklaşımı ve Eleştiriler
Savcılık dosyasında şu iddialar yer almıştır: “İmamoğlu’nun çıkar amaçlı suç örgütü yönettiği, belediyeye ait verileri yabancı istihbarat servislerine aktardığı, Gün’ün İngiliz ve Amerikan servisleriyle temas kurduğu…”
Hukuk çevrelerinde ise şu eleştiriler gündeme gelmiştir:
- Casusluk suçunun ceza tipolojisi açısından belirlilik ilkesi (Anayasa m.38/1) ve kanunilik ilkesi bakımından yorum sınırı vardır. Özel kişi verilerinin temini her zaman m.328 kapsamına girmez.
- Dijital verilerin “gizli kalması gereken devlet bilgisi” niteliğinde olup olmadığı somut olarak değerlendirilmelidir.
Casusluk Suçunun Siyasallaşma Riski
Bu soruşturma, casusluk suçunun iç siyaset ve medya alanında bir araç haline gelme riskini göstermektedir. Özellikle, “siyasal yarar” kavramının geniş yorumlanması, suç tipinin seçim kampanyası bağlamına taşınmasına yol açabilir. Bu durum, ceza hukukunun düzenleyici fonksiyonundan çıkarak siyasilere yönelik bir baskı mekanizmasına dönüşme potansiyeli taşır.
Yargısal Uygulamada Olası Sonuçlar
Eğer soruşturma aşamasında, iddia edilen verilerin gerçekten gizli kalması gereken bilgiler olduğu ispatlanırsa ve bu verilerin yabancı bir devlet veya servise aktarılması yönünde güçlü deliller bulunursa, m.328 kapsamında mahkûmiyet mümkün olabilir. Aksi durumda dava, TCK m.136 (kişisel verilerin kaydedilmesi) veya TCK m.134 (özel hayatın gizliliğini ihlâl) gibi suç tipleri altında değerlendirilebilir.
Değerlendirme
Hüseyin Gün – Ekrem İmamoğlu soruşturması, casusluk suçunun dijitalleşmesi, örgütlü yapı içinde veri temini ve medya aracılığıyla manipülasyon biçimlerinin ceza hukuku açısından test edildiği bir örnektir. Ancak dosya henüz kesin hükme bağlanmamış olup, suçunun unsurlarının tam manasıyla oluştuğu yönünde yargısal karar bulunmamaktadır. Bu bağlamda, hukuk devleti açısından bu tür soruşturmalarda şeffaflık, eşitlik ve adil yargılanma ilkelerinin korunması özel önem taşımaktadır.
Karşılaştırmalı Hukuk
ABD – Espionage Act (1917)
ABD hukukunda casusluk suçu esasen 1917 tarihli Espionage Act ile düzenlenmiştir. Bu yasa, özellikle Birinci Dünya Savaşı döneminde yürürlüğe konmuş olup, “national defense information” olarak tanımlanan gizli bilgilerin yetkisiz biçimde edinilmesi, ifşa edilmesi veya yabancı devletlere aktarılmasını cezalandırmaktadır.
Yasanın dikkat çeken yönü, yalnızca klasik anlamda devlet sırlarının sızdırılmasını değil, aynı zamanda bilginin ifşa edilmesinin ABD’nin güvenliğine zarar verecek şekilde “potansiyel tehlike” oluşturmasını da suç saymasıdır. Bu nedenle, Espionage Act bir soyut tehlike suçu niteliği taşır.
Ancak ABD’de bu düzenleme, özellikle gazetecilik ve ifade özgürlüğüyle çatıştığında yoğun tartışmalara yol açmıştır. Edward Snowden, Chelsea Manning ve Julian Assange vakaları, Espionage Act’in devlet güvenliği ile kamusal bilgi edinme hakkı arasındaki dengenin ne kadar kırılgan olduğunu göstermiştir.
Birleşik Krallık – Official Secrets Act (1989)
Birleşik Krallık’ta yürürlükte olan Official Secrets Act 1989, devlet sırlarının korunmasına ilişkin en kapsamlı düzenlemelerden biridir. Bu yasa, “security and intelligence information”, “defence information” ve “international relations information” kategorileriyle devlet sırlarını sınıflandırmıştır.
UK yasasında dikkat çekici fark, “casuslukta anlaşma şartı”nın veya failin doğrudan yabancı devlet yararına hareket etme zorunluluğunun bulunmamasıdır. Failin yalnızca “yetkisiz ifşa” veya “bilgi temini” fiilini gerçekleştirmesi cezalandırma için yeterlidir. Bu durum, Türk Ceza Kanunu m.328’in aradığı özel maksat unsuruna göre daha objektif bir sorumluluk alanı yaratmaktadır.
Bununla birlikte İngiliz hukukunda da, basın mensupları ve kamu yararı savunması kapsamında belirli sınırlı muafiyetler tanınmıştır; “public interest defence” yalnızca özel koşullarda uygulanmaktadır.
Almanya – Strafgesetzbuch (StGB) §94
Alman Ceza Kanunu’nun §94 maddesi, “Landesverrat” yani “vatana ihanet” başlığı altında düzenlenmiştir. Bu hüküm, devletin güvenliğine ilişkin sırların yabancı bir devletin yararına açıklanması veya temini fiillerini 5 yıldan müebbet hapse kadar cezalandırmaktadır.
Alman hukukunda “casuslukta anlaşma” unsuru aranmaz; ancak failin yabancı bir devlet yararına hareket ettiği açık biçimde ispatlanmalıdır. Ayrıca, StGB §94 “bilginin açıklanması” ile “bilginin temini” arasında fark gözetmez – her ikisini de tamamlanmış suç olarak kabul eder.
Bu hükümde dijital veriler, elektronik belgeler ve şifreli iletişimler de “bilgi” kapsamında değerlendirilir; 2017’de yapılan değişiklikle “siber casusluk” açık biçimde ceza normunun kapsamına alınmıştır.
Karşılaştırmalı Analiz: Anlaşma Şartı, Özel Maksat ve Dijital Casusluk
Karşılaştırmalı hukukta öne çıkan üç temel fark şunlardır:
- Anlaşma Şartı: Türk hukukunda (özellikle 2014 tarihli Yargıtay 9. CD kararı) casusluk fiilinin tamamlanması için fail ile yabancı devlet arasında bir “anlaşma” veya “iletişim” ilişkisinin bulunması gerektiği yönünde yorumlar vardır. Buna karşın ABD, İngiltere ve Almanya’da böyle bir sözleşmesel bağlantı aranmaz.
- Özel Maksat: TCK m.328, “siyasal veya askerî casusluk maksadıyla” hareket etmeyi arar. Anglo-Sakson sistemlerinde bu özel kast çoğu zaman failin “knowingly” veya “intentionally” hareket etmesiyle sınırlıdır.
- Dijital Casusluk: Modern hukuk sistemleri, siber casusluk fiillerini açıkça düzenlemektedir. Türkiye’de ise dijital platformlar üzerinden yapılan veri temini fiilleri hâlen genel casusluk tanımı içinde değerlendirilmekte; bu da uygulamada yorum farklılıklarına yol açmaktadır.
Sonuç ve Öneriler
Siyasal veya askerî casusluk suçu, dijital çağda devlet güvenliğinin korunmasında vazgeçilmezdir. Ancak modern bilgi akışının sınır tanımaz doğası, bu suçun belirlilik ve orantılılık ilkeleri çerçevesinde yeniden yorumlanmasını zorunlu kılmaktadır.
Savcı ve Savunma İçin Pratik Öneriler
- Savcılar için: Bilginin gizlilik derecesi, temin yöntemi ve yabancı yararla bağlantısı teknik olarak somutlaştırılmalıdır. Dijital delil zinciri ve “özel maksat” unsuru arasındaki bağ açık biçimde gösterilmelidir.
- Savunma için: “Devlet sırrı” nitelendirmesinin keyfî yapıldığı hallerde, gizliliğin objektif unsurlarının bulunmadığı ileri sürülmeli; bilginin zaten kamuya açık olduğu ispat edilmelidir.
- Her iki taraf için: Siber verilerin elde edilmesinde “hash”, “log” ve “metadata” delilleri, fiilin kastını belirlemede kullanılabilir.
Mevzuat Önerisi: Siber Casusluk Tipi ve Anlaşma Şartı
Türk hukukunda, “siber casusluk” adıyla ayrı bir suç tipi düzenlenmeli; klasik fiziki casuslukla dijital veri temini arasındaki fark açıkça belirtilmelidir.
Ayrıca, “anlaşma şartı” konusundaki içtihat farklılıklarını gidermek üzere madde gerekçesi güncellenmeli; yabancı devletle fiilî temasın aranıp aranmayacağı açıkça yazılmalıdır.
Hukuk Devleti Açısından Güvenlik–Özgürlük Dengesi
Devlet güvenliği, demokratik hukuk devletinde ifade ve bilgi özgürlüğüyle dengelenmelidir. Casusluk suçunun geniş yorumlanması, siyasal muhalefeti veya medyayı hedef alacak şekilde kullanılmamalıdır.
Yargıtay içtihatlarının yeknesaklaştırılması, hem savcılık uygulamalarında hem de savunma stratejilerinde öngörülebilirlik sağlayacak; hukuk güvenliği açısından büyük önem arz edecektir.
Deutsch
Türkçe
English
Français








Comments
No comments yet.