Suç ve medeni yargılamalarında bilimsel delilin artan ağırlığı, Adli Tıp Kurumu’nu yargısal karar süreçlerinin merkezî aktörlerinden biri hâline getirmiştir. Adli Tıp Kurumu’nun hukuki statüsü ve kurumsal niteliği incelendiğinde, raporlarının hâkimi bağlamadığı kabul edilse dahi uygulamada fiilen yüksek bir belirleyiciliğe sahip olduğu görülmektedir. Yargıtay içtihatları, Adli Tıp raporlarının ne mutlak bir delil ne de göz ardı edilebilir bir görüş olduğunu, denetime elverişli ve gerekçeli olmaları gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Üniversite adli tıp birimleri ve diğer uzman bilirkişilerle kurulan ilişkinin çoğulcu bir denetim yerine hiyerarşik bir yapıya dönüşmesi, adil yargılanma hakkı bakımından ciddi tartışmalar doğurmaktadır. Çelişkili raporların varlığı hâlinde Adli Tıp Üst Kurulu mekanizmasının işletilmemesi, hem usul güvencelerini zayıflatmakta hem de maddi gerçeğe ulaşmayı güçleştirmektedir. Ceza, hukuk ve sosyal güvenlik yargılamalarında Adli Tıp raporlarının kullanımı karşılaştırıldığında, kusur, illiyet ve maluliyet tespitlerinde benzer yapısal sorunların tekrarlandığı görülmektedir. Sadettin Saran soruşturması örneği, biyolojik delillerde Adli Tıp Kurumu’nun fiili delil tekeli ile masumiyet karinesi arasındaki hassas dengeyi güncel ve somut biçimde ortaya koymaktadır. Tüm bu tespitler, Adli Tıp Kurumu raporlarının hukuki etkilerinin doğru okunması ve etkin biçimde tartışılması noktasında, Bıçak’ın uzmanlık alanlarından birini oluşturmaktadır.
Adli Tıp Kurumu: Kurumsal Delil İncelemesi
Delil İncelemesinde Kurumsallaşma Sorunu
Modern yargılama süreçlerinde maddi gerçeğe ulaşma iddiası, giderek artan biçimde bilimsel delillere ve uzman görüşlerine dayanmaktadır. Suç ve medeni yargılamalarında bilirkişi raporları, artık yalnızca teknik ayrıntıları açıklayan yardımcı araçlar olmaktan çıkmış; birçok dosyada yargısal sonucun belirlenmesinde merkezi bir rol üstlenmiştir. Özellikle tıbbi, biyolojik, toksikolojik ve psikiyatrik incelemeler, hâkimin doğrudan bilgi sahibi olmasının mümkün olmadığı alanlarda, yargılamanın yönünü tayin eden başlıca deliller hâline gelmiştir. Bilimsel delillerin bu artan ağırlığı, beraberinde önemli bir algı sorununu da doğurmaktadır. Bilirkişi raporları ve özellikle kurumsal yapılar tarafından düzenlenen raporlar, çoğu zaman “objektif gerçekliğin doğrudan yansıması” olarak algılanmakta; bu algı, yargısal denetimin ve eleştirel değerlendirmenin geri plana itilmesine yol açabilmektedir. Oysa bilimsel verinin kendisi kadar, bu verinin hangi yöntemle elde edildiği, hangi varsayımlara dayandığı ve hangi sınırlar içinde yorumlandığı da hukuki açıdan belirleyicidir. Bilimin mutlak doğrular ürettiği varsayımı, yargılamada ciddi hak ihlallerine zemin hazırlayabilecek bir risk taşımaktadır.
Türkiye’de bu tartışmanın odağında yer alan kurumların başında Adli Tıp Kurumu gelmektedir. Adli Tıp Kurumu, gerek ceza (doğrusu suç) soruşturmalarında gerek hukuk (doğrusu medeni) ve iş uyuşmazlıklarında, delil incelemesi bakımından fiilen merkezi bir konuma sahiptir. Biyolojik materyal analizlerinden ölüm nedeninin tespitine, maluliyet oranlarının belirlenmesinden meslek hastalığı değerlendirmelerine kadar çok geniş bir alanda Adli Tıp Kurumu raporlarına başvurulmaktadır. Uygulamada, özellikle ceza soruşturmalarında Adli Tıp Kurumu’nun hazırladığı raporların dosyadaki tek bilimsel görüş olduğu, hatta çoğu zaman “son söz” olarak kabul edildiği görülmektedir.
Bu özgün ve güçlü konum, Adli Tıp Kurumu’nun hukuki statüsünün ve raporlarının yargılama içindeki yerinin yeniden ve dikkatle ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Adli Tıp Kurumu bir bilirkişi midir, yoksa klasik bilirkişilik rejiminin dışında, kendine özgü bir “kurumsal delil inceleme organı” mıdır? Kurumun raporları hâkimi ne ölçüde bağlar, hangi hâllerde yetersiz veya denetime elverişsiz kabul edilir? Üniversite adli tıp anabilim dalları, özel uzmanlar veya diğer sağlık kurulları karşısında Adli Tıp Kurumu’nun konumu nedir? Çelişkili raporlar karşısında hangi usul güvenceleri devreye girmelidir?
Bu çalışma, Adli Tıp Kurumu’nu ne mutlak bir bilimsel otorite ne de sıradan bir bilirkişi olarak ele almaktadır. Amaç, Adli Tıp Kurumu’nun hukuki statüsünü, yetki sınırlarını ve raporlarının yargısal denetimini; Yargıtay içtihatları, farklı yargı kollarındaki uygulamalar ve güncel soruşturma örnekleri ışığında bütüncül bir biçimde analiz etmektir. Özellikle raporların gerekçelendirilmesi, denetime elverişlilik ilkesi, çelişkili raporların giderilme usulleri ve savunma hakkı bakımından ortaya çıkan yapısal sorunlar, yazının merkezinde yer almaktadır. Bu çerçevede çalışma, Adli Tıp Kurumu’nun delil inceleme alanındaki fiili tekeline dair güncel tartışmaları da göz ardı etmemekte; özel laboratuvarlar, üniversiteler ve alternatif bilirkişilik modelleri üzerinden sistemsel bir değerlendirme yapmayı hedeflemektedir. Nihai amaç, sorunun kaynağını yalnızca kurumsal yapı üzerinden değil, yargısal denetimin etkinliği ve usuli güvencelerin işlerliği üzerinden tartışmak; daha adil ve şeffaf bir delil inceleme rejimi için hukuki zemini ortaya koymaktır.
Adli Tıp Kurumu’nun Yasal Statüsü
Adli Tıp Kurumu’nun yargılama sürecindeki konumunu doğru biçimde değerlendirebilmek için öncelikle bu kurumun yasal statüsünün, klasik bilirkişilik rejimiyle olan ilişkisi içinde ele alınması gerekir. Zira uygulamada Adli Tıp Kurumu çoğu zaman “bilirkişi” olarak anılmakta, ancak fiiliyatta bilirkişilik kurumundan farklı ve daha ayrıcalıklı bir konuma yerleştirilmektedir. Bu ayrımın yasal temelleri, normatif düzenlemeler ve yüksek yargı içtihatları birlikte değerlendirilmeden sağlıklı biçimde anlaşılamaz.
Adli Tıp Kurumu’nun hukuki dayanağını esas olarak 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanunu oluşturmaktadır. Bu Kanun, Adli Tıp Kurumu’nu Adalet Bakanlığı’na bağlı, kamu tüzel kişiliğine sahip, uzmanlık esasına dayalı bir bilimsel inceleme ve danışma kurumu olarak düzenlemiştir. Kanunun lafzı ve sistematiği incelendiğinde, Adli Tıp Kurumu’nun yalnızca mahkemelere değil, Cumhuriyet savcılıklarına ve idari mercilere de bilimsel görüş sunmakla görevli olduğu görülmektedir. Bu yönüyle kurum, klasik anlamda bir bilirkişiden ziyade, merkezi ve kurumsallaşmış bir delil inceleme organı olarak yapılandırılmıştır.
Ceza muhakemesi bakımından bilirkişilik rejimi, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 63 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. CMK sistematiğinde bilirkişi, hâkimin teknik bilgi gerektiren konularda başvurduğu yardımcı bir yargılama süjesidir. Bilirkişinin görüşü, hâkimi bağlamaz; hâkim, bilirkişi raporunu serbestçe takdir eder. Bu ilke, ceza muhakemesinin temel prensiplerinden biri olan vicdani delil değerlendirmesi ilkesinin doğal sonucudur. Ne var ki, Adli Tıp Kurumu raporları söz konusu olduğunda, bu teorik çerçevenin uygulamada her zaman tam karşılık bulmadığı görülmektedir.
Medeni yargılamada ise bilirkişilik kurumu 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 266 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. HMK’da da bilirkişinin mahkemenin yerine geçerek karar vermesi yasaklanmış, bilirkişi raporunun takdiri delil olduğu açıkça kabul edilmiştir. Ceza ve hukuk yargılaması arasında bilirkişilik rejimi bakımından temel yaklaşım benzer olmakla birlikte, Adli Tıp Kurumu’nun her iki yargı kolunda da fiilen ayrıcalıklı bir konumda olduğu gözlemlenmektedir. Bu ayrıcalık, normatif metinlerden ziyade uygulamadan ve yargısal alışkanlıklardan kaynaklanmaktadır.
Adli Tıp Kurumu’nun kurumsal niteliği, onu bireysel bilirkişilerden ayıran en temel unsurdur. Kurum, bireysel uzman görüşü sunan bir kişi değil; belirli ihtisas daireleri, kurullar ve heyetler aracılığıyla rapor düzenleyen, süreklilik arz eden bir kamu kurumudur. Bu durum, Adli Tıp Kurumu raporlarının “resmî bilirkişi raporu” olarak anılmasına yol açmaktadır. Ancak bu kavramın hukuki anlamı çoğu zaman yanlış yorumlanmaktadır. Resmî bir kurum tarafından hazırlanmış olmak, bir rapora hukuken üstün veya bağlayıcı bir nitelik kazandırmaz. Nitekim Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarında da Adli Tıp Kurumu raporlarının hâkimi bağlamadığı, yalnızca diğer bilirkişi raporları gibi takdiri delil niteliği taşıdığı açıkça vurgulanmaktadır.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, Adli Tıp Kurumu raporlarının “üstün” değil, “merkezi” nitelikte olduğudur. Merkezilik, raporun hukuki bağlayıcılığından değil, sistem içindeki fonksiyonundan kaynaklanır. Özellikle ceza soruşturmalarında biyolojik materyal incelemeleri, ölüm nedeninin belirlenmesi veya cinsel saldırı iddialarına ilişkin tıbbi değerlendirmeler bakımından Adli Tıp Kurumu çoğu zaman tek başvurulan kurumsal yapı hâline gelmektedir. Bu fiili merkezilik, zamanla hukuki bir üstünlük algısına dönüşebilmekte ve yargısal denetimi zayıflatabilmektedir.
Adli Tıp Kurumu’nun idari teşkilat içindeki yeri de bu algının oluşmasında etkili olmaktadır. Kurumun Adalet Bakanlığı’na bağlı olması, bazı durumlarda tarafsızlık ve bağımsızlık tartışmalarını gündeme getirmektedir. Her ne kadar bu bağlılık, idari ve mali denetimle sınırlı olsa da, ceza soruşturmalarında savcılık makamıyla aynı kurumsal yapı içinde yer alan bir kurumun düzenlediği raporların algısal ağırlığı artmaktadır. Bu durum, özellikle savunma makamı açısından silahların eşitliği ilkesinin fiilen zedelenmesi riskini beraberinde getirmektedir.
Bölüm sonucu olarak Adli Tıp Kurumu, hukuki statüsü itibarıyla ne klasik anlamda sıradan bir bilirkişidir ne de yargı organının yerine geçebilecek bir karar merciidir. Kurum, kanundan kaynaklanan merkezi bir inceleme yetkisine sahip olmakla birlikte, raporlarının hukuki değeri hâkimin serbest takdir yetkisi çerçevesinde belirlenmelidir. Bu temel ilkenin uygulamada korunup korunmadığı ise, bir sonraki bölümde ele alınacak olan Adli Tıp raporlarının delil değeri ve yargısal denetimi tartışmasının merkezinde yer almaktadır.
Adli Tıp Raporlarının Delil Değeri
Adli Tıp Kurumu raporlarının yargılamadaki hukuki değerine ilişkin tartışma, esasen bilirkişilik kurumunun sınırları ile hâkimin delilleri serbestçe takdir yetkisi arasındaki hassas dengeye ilişkindir. Uygulamada sıkça karşılaşılan temel sorun, Adli Tıp Kurumu tarafından düzenlenen raporların, bilimsel nitelikleri gerekçe gösterilerek “kesin delil” gibi algılanması ve bu algının zamanla yargısal pratiğe yerleşmesidir. Oysa gerek ceza gerek hukuk yargılamasında, Adli Tıp Kurumu raporlarının delil değeri bakımından ayrıcalıklı veya bağlayıcı bir statü tanınmış değildir.
Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarında açıkça vurgulandığı üzere, Adli Tıp Kurumu raporları hâkimi bağlamaz. Hâkim, bu raporları diğer tüm delillerle birlikte serbestçe değerlendirir. Bununla birlikte, aynı içtihat çizgisinde Adli Tıp raporlarının “yok sayılmasının” da mümkün olmadığı kabul edilmektedir. Bu ikili yaklaşım, yani raporun ne mutlak bağlayıcı ne de göz ardı edilebilir olması, teoride son derece açık olmakla birlikte uygulamada çoğu zaman bulanıklaşmaktadır.
Bu bulanıklaşmanın en belirgin sonucu, Adli Tıp raporunun tek başına mahkûmiyet veya tek başına beraat için yeterli görülmesi eğilimidir. Özellikle ceza yargılamasında, biyolojik materyal incelemeleri, ölüm nedeni tespitleri veya cinsel suçlara ilişkin adli muayene raporları söz konusu olduğunda, mahkemelerin diğer delilleri tali planda bırakarak Adli Tıp raporuna belirleyici rol atfettiği örneklerle sıkça karşılaşılmaktadır. Oysa Yargıtay, Adli Tıp raporunun tek başına hükme esas alınabilmesi için raporun açık, gerekçeli, denetime elverişli ve dosyadaki diğer delillerle çelişkisiz olması gerektiğini istikrarlı biçimde vurgulamaktadır.
Bu noktada “denetime elverişlilik” ilkesi, Adli Tıp raporlarının delil değerinin belirlenmesinde kilit bir ölçüt olarak karşımıza çıkmaktadır. Denetime elverişli bir rapor, yalnızca bir sonuca işaret eden değil; ulaşılan sonucun hangi bilimsel verilere, hangi yöntemlere ve hangi değerlendirme sürecine dayandığını açıkça ortaya koyan rapordur. Gerekçesiz, şablon ifadelerle düzenlenmiş, bilimsel açıklamadan yoksun raporlar, Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanmış olsa dahi hukuken yeterli kabul edilmemektedir. Yargı kararlarında bu ilkenin somut yansımaları açıkça görülmektedir. Örneğin, cinsel saldırı suçuna ilişkin bir dosyada mağdur beyanları arasında çelişki bulunmasına rağmen bu çelişki giderilmeden ve üniversite hastanesi raporunda saptanan bulguların doğal mı yoksa travmatik mi olduğuna dair Adli Tıp Kurumu’ndan bilimsel ve açıklayıcı bir değerlendirme alınmadan hüküm kurulması, Yargıtay tarafından eksik inceleme olarak nitelendirilmiş ve karar bozulmuştur (Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 21.03.2022, 2021/16829 E., 2022/2684 K.).
Benzer şekilde, maluliyet ve sürekli iş göremezlik davalarında da Adli Tıp raporlarının delil değeri, raporun dayandığı mevzuatın açıkça belirtilmesine, kullanılan kriterlerin somutlaştırılmasına ve illiyet bağının gerekçelendirilmesine bağlı kılınmaktadır. Kaza tarihine göre uygulanması gereken yönetmeliğin belirtilmediği, üniversitelerin Adli Tıp Anabilim Dallarından alınmayan veya hangi normatif çerçeveye göre düzenlendiği anlaşılmayan raporların hükme esas alınması, Yargıtay tarafından yeterli görülmemektedir (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 11.01.2022, 2021/7309 E., 2022/122 K.).
Denetime elverişlilik sorunu, yalnızca raporun içeriğiyle sınırlı değildir. Raporu düzenleyen heyetin uzmanlık alanı da bu ilkenin ayrılmaz bir parçasıdır. Uzmanlık alanı dışında kalan konularda görüş bildiren veya heyetinde ilgili branştan uzman bulunmayan raporlar, bilimsel görünümüne rağmen hukuki anlamda zayıf kabul edilmektedir. Meslek hastalığına ilişkin bir davada, Adli Tıp Kurumu ihtisas kurulunun “mesleki değildir” sonucuna ulaşmasına rağmen, bu sonucun nedenlerine ve alternatif etkenlere ilişkin hiçbir bilimsel açıklama yapılmaması, Yargıtay tarafından raporu hüküm kurmaya elverişsiz hâle getiren bir eksiklik olarak değerlendirilmiştir (Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, 05.02.2025, 2024/11076 E., 2025/1518 K.).
Bu kararlar, Adli Tıp Kurumu raporlarının delil değerinin otomatik veya mutlak olmadığını; aksine raporun içeriği, yöntemi, gerekçesi ve dosya kapsamındaki diğer delillerle kurduğu ilişki üzerinden belirlendiğini göstermektedir. Bilimsel delilin varlığı, maddi gerçeğe ulaşma amacına hizmet ettiği ölçüde anlamlıdır. Bilimsel görünüm altında gerekçesiz bırakılmış bir kanaat, yargısal kararın dayanağı hâline getirildiğinde, maddi gerçeğe değil, şekli bir doğruluk algısına hizmet eder.
Bu nedenle Adli Tıp raporlarının delil değeri tartışması, yalnızca raporun “kim tarafından” hazırlandığına indirgenemez. Asıl belirleyici olan, raporun “nasıl” hazırlandığı, hangi bilimsel ve hukuki ölçütlere dayandığı ve yargısal denetime ne ölçüde açık olduğudur. Bir sonraki bölümde ele alınacak olan Adli Tıp Kurumu, üniversiteler ve diğer bilirkişiler arasındaki ilişki de, bu delil değerinin sınırlarını daha görünür kılan önemli bir başlık olarak karşımıza çıkacaktır.
Adli Tıp – Üniversite – Diğer Bilirkişiler Arasındaki İlişki
Adli Tıp Kurumu’nun yargılamadaki merkezi konumu, kaçınılmaz olarak üniversitelerin Adli Tıp Anabilim Dalları ve diğer uzman bilirkişilerle olan ilişkisinin sınırlarının da tartışılmasını gerekli kılmaktadır. Bu tartışma, çoğu zaman yanlış bir ikilik üzerinden yürütülmektedir: ya Adli Tıp Kurumu mutlak ve tek yetkili kabul edilmekte ya da üniversite raporları ATK’ya “alternatif” gibi sunulmaktadır. Oysa Yargıtay içtihatları incelendiğinde, bu ilişkinin bir üstünlük veya ikame ilişkisi olarak değil, tamamlayıcılık ve denge ilişkisi olarak kurgulandığı görülmektedir.
Üniversitelerin Adli Tıp Anabilim Dalları tarafından düzenlenen raporlar, hukuken Adli Tıp Kurumu raporlarından daha düşük bir değere sahip değildir. Ceza ve hukuk yargılamasında, üniversite raporlarının hükme esas alınmasını engelleyen herhangi bir normatif düzenleme bulunmamaktadır. Aksine, Yargıtay birçok kararında, Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınmadan önce veya ATK raporunun yetersiz olduğu hâllerde üniversitelerin ilgili anabilim dallarından rapor alınmasını zorunlu görmektedir. Yargıtay kararlar bu yaklaşımı açık biçimde yansıtmaktadır. Maluliyetin tespiti ve sürekli iş göremezlik davalarında, devlet hastanesinden alınan sağlık kurulu raporlarının veya özel hastane raporlarının tek başına yeterli kabul edilmediği; buna karşılık Adli Tıp Kurumu veya üniversitelerin Adli Tıp Anabilim Dallarından, olay tarihine uygun mevzuat esas alınarak düzenlenmiş raporlar alınması gerektiği vurgulanmaktadır (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 11.01.2022, 2021/7309 E., 2022/122 K.). Bu yaklaşım, üniversite raporlarının “ikincil” değil, doğru koşullarda alındığında belirleyici olabileceğini göstermektedir.
Öte yandan Yargıtay’ın bazı kararlarında tam tersine, üniversite raporlarının yeterli görülmeyerek Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınmasının zorunlu olduğu ifade edilmektedir. Bu durum, ilk bakışta içtihatlarda bir çelişki varmış izlenimi yaratabilmektedir. Ancak kararların gerekçeleri birlikte değerlendirildiğinde, belirleyici unsurun raporu düzenleyen kurumun adı değil, raporun içeriği, yöntemi ve uzmanlık kapsamı olduğu anlaşılmaktadır. Üniversite raporu, bilimsel olarak yetersiz, gerekçesiz veya denetime elverişsiz ise, mahkemenin Adli Tıp Kurumu’na başvurması bir zorunluluk hâline gelmektedir. Aynı şekilde, ATK raporu yetersizse, üniversiteden ek veya yeni rapor alınması gerekir. Bu noktada Adli Tıp Kurumu ile üniversiteler arasındaki ilişkinin “alternatiflik” değil, “tamamlayıcılık” ekseninde şekillendiğini söylemek gerekir. Mahkeme, somut olayın özelliklerine göre hangi kurumdan rapor alınmasının maddi gerçeğe ulaşmayı daha fazla sağlayacağını değerlendirmekle yükümlüdür. Bu değerlendirme yapılmaksızın, salt “ATK raporu vardır” gerekçesiyle üniversite raporlarının dışlanması ya da tam tersi şekilde ATK raporunun görmezden gelinmesi, yargısal denetim bakımından ciddi sorunlara yol açmaktadır.
Bu ilişki tartışmasının bir diğer boyutu, uzmanlık ve branş sorunudur. Adli Tıp Kurumu’nun kurumsal yapısı, her ne kadar “adli tıp” başlığı altında faaliyet gösterse de, yargılamaya konu olayların büyük bir kısmı tek bir disiplinle açıklanamayacak niteliktedir. Psikiyatrik değerlendirmeler, toksikolojik analizler, radyolojik incelemeler, mühendislik hesapları veya iş sağlığı ve güvenliği değerlendirmeleri, çoğu zaman klasik adli tıp bilgisinin ötesine geçmektedir. Yargıtay kararlarında bu durum açıkça ortaya konulmuştur. Psikiyatrik maluliyet iddiasının bulunduğu bir davada, düzenlenen raporda psikiyatri uzmanının yer almaması; rahatsızlığın sürekliliği ve illiyet bağının bilimsel olarak açıklanmaması, raporu hükme esas almaya elverişsiz hâle getirmiştir. Bu nedenle mahkemenin, içinde psikiyatri uzmanı da bulunan bir heyetten yeni rapor alması gerektiği belirtilmiştir (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 20.04.2022, 2022/106 E., 2022/7494 K.). Benzer şekilde, meslek hastalığına ilişkin bir davada Adli Tıp Kurumu ihtisas kurulunun “mesleki değildir” şeklindeki kanaatini, hangi kimyasal maddelerin etkisiz olduğu, hastalığın hangi nedenlerle mesleki sayılmadığı gibi hususları açıklamadan bildirmesi, Yargıtay tarafından yetersiz görülmüştür. Bu durumda, işyeri koşullarının yerinde incelenmesi, uzman doktor, kimyager ve mühendis bilirkişilerin birlikte değerlendirme yapması gerektiği vurgulanmıştır (Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, 05.02.2025, 2024/11076 E., 2025/1518 K.).
Bu içtihatlar, “uzman olmayan bilirkişi” sorununu yalnızca bireysel bilirkişiler açısından değil, kurumsal bilirkişilik yapan Adli Tıp Kurumu açısından da gündeme getirmektedir. Kurumsal yapı, her olayda otomatik olarak yeterli uzmanlığı sağladığı varsayımıyla hareket edemez. Heyetin somut olayla doğrudan ilgili branşları içermemesi hâlinde, raporun bilimsel ağırlığı ciddi biçimde zayıflamaktadır.
Bölüm sonucu olarak; Adli Tıp Kurumu, üniversiteler ve diğer bilirkişiler arasındaki ilişki, bir yetki çatışması olarak değil, maddi gerçeğe ulaşma amacına hizmet eden çok katmanlı bir değerlendirme süreci olarak görülmelidir. Yargısal denetim, bu kurumlar arasındaki dengeyi kuramadığı ölçüde, bilirkişi raporlarının delil değeri de tartışmalı hâle gelmektedir. Bir sonraki bölümde ele alınacak olan çelişkili raporlar ve Adli Tıp Üst Kurulu mekanizması, bu dengenin neden çoğu zaman bozulduğunu ve nasıl onarılabileceğini daha net biçimde ortaya koyacaktır.
Çelişkili Raporlar ve Üst Kurul Mekanizması
Bilirkişilik kurumunun en sorunlu alanlarından biri, aynı olaya ilişkin olarak farklı kurum ve heyetlerce düzenlenen raporlar arasında ortaya çıkan çelişkilerdir. Bu çelişkiler, çoğu zaman yargılamanın kaderini belirleyecek nitelikte olmakta; maddi gerçeğe ulaşma amacı ile adil yargılanma güvenceleri arasındaki dengeyi doğrudan etkilemektedir. Adli Tıp Kurumu’nun merkezi konumu da, bu çelişkilerin çözümünde kendisine özel bir rol yüklemektedir.
Uygulamada en sık karşılaşılan çelişkiler, Adli Tıp Kurumu raporları ile üniversite hastaneleri, SGK sağlık kurulları veya diğer resmî sağlık kurullarınca düzenlenen raporlar arasında ortaya çıkmaktadır. Özellikle maluliyet, sürekli iş göremezlik ve meslek hastalığı davalarında, farklı mevzuatların esas alınması, farklı uzmanlık disiplinlerinin devreye girmesi veya olay tarihinin göz ardı edilmesi gibi nedenlerle raporlar arasında ciddi değerlendirme farkları oluşabilmektedir.
Yargıtay’ın yerleşik yaklaşımına göre, raporlar arasındaki çelişki hâlinde hâkimin bu çelişkiyi görmezden gelerek herhangi bir raporu tercih etmesi mümkün değildir. Çelişkinin mutlaka giderilmesi, aksi hâlde kararın denetime elverişsiz hâle geleceği kabul edilmektedir. Bu durum, özellikle paylaşılan kararlarda açık biçimde ortaya konulmuştur. Maluliyetin tespitine ilişkin davalarda, SGK veya hastane raporları ile Adli Tıp Kurumu raporları arasında farklılık bulunması hâlinde, çelişkinin giderilmeden hüküm kurulması bozma nedeni yapılmaktadır (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 20.04.2022, 2022/106 E., 2022/7494 K.).
Çelişkili raporlar sorununun çözümünde, Adli Tıp Kurumu bünyesinde yer alan Adli Tıp Üst Kurulu özel bir mekanizma olarak öne çıkmaktadır. Üst Kurul, bireysel ihtisas kurulları veya dış kurumlar arasında ortaya çıkan bilimsel ve teknik uyuşmazlıkları nihai olarak değerlendirmek üzere öngörülmüş bir organdır. Ancak bu mekanizmanın ne zaman ve hangi koşullarda işletilmesi gerektiği, uygulamada sıklıkla ihmal edilmektedir. Yargıtay içtihatları, Üst Kurul mekanizmasının keyfî değil, belirli hâllerde zorunlu olarak devreye sokulması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Özellikle Adli Tıp Kurumu ihtisas kurulları ile üniversitelerin ilgili anabilim dalları veya SGK Yüksek Sağlık Kurulu raporları arasında giderilemeyen bir çelişki mevcutsa, dosyanın Adli Tıp Üst Kurulu’na gönderilmesi bir tercih değil, usulî bir zorunluluk hâline gelmektedir. Bu zorunluluk, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 28.06.1976 tarihli ve 6/4 sayılı kararında açıkça ifade edilmiştir.
Meslek hastalığına ilişkin kararlarda bu yaklaşımın güncel yansımaları görülmektedir. Adli Tıp Kurumu ihtisas kurulunun, bir hastalığın mesleki olmadığı yönündeki kanaatini gerekçelendirmemesi; hastalığın hangi nedenlerle meslekle illiyet bağının bulunmadığını açıklamaması hâlinde, raporun hükme esas alınamayacağı belirtilmiştir. Bu durumda izlenmesi gereken yol; sağlık kurulu, Yüksek Sağlık Kurulu ve gerekirse Adli Tıp Üst Kurulu sürecinin eksiksiz işletilmesidir (Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, 05.02.2025, 2024/11076 E., 2025/1518 K.).
Çelişkinin giderilmesi yükümlülüğü yalnızca iş ve sosyal güvenlik hukuku alanıyla sınırlı değildir. Ceza yargılamasında da, özellikle biyolojik materyal incelemeleri, ölüm sebebinin tespiti ve cinsel suçlara ilişkin bulgular bakımından raporlar arasındaki tutarsızlıklar, doğrudan maddi gerçeğe ulaşmayı engelleyici bir etki yaratmaktadır. Mağdur beyanları ile tıbbi bulgular arasında veya farklı tıbbi raporlar arasında çelişki bulunması hâlinde, Adli Tıp Kurumu’nun ilgili ihtisas dairelerinden veya Üst Kurul’dan bilimsel açıklama içeren ek rapor alınmadan hüküm kurulması hukuka aykırı kabul edilmektedir (Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 21.03.2022, 2021/16829 E., 2022/2684 K.).
Burada özellikle vurgulanması gereken husus, Adli Tıp Üst Kurulu’nun “otomatik olarak her dosyada devreye giren” bir merci olmadığıdır. Üst Kurul, ancak önceki raporlar arasında gerçek ve giderilemeyen bir çelişki bulunduğunda devreye sokulmalıdır. Ancak bu çelişki mevcut olduğu hâlde Üst Kurul yoluna başvurulmaması, Yargıtay denetiminde açık bir bozma nedeni olarak kabul edilmektedir. Bu yönüyle Üst Kurul, bilirkişilik sisteminde hem bilimsel tutarlılığı hem de yargısal denetimi güçlendiren bir güvence mekanizmasıdır.
Bölüm sonuu olarak, çelişkili raporlar sorunu Adli Tıp Kurumu’nun varlığından değil, bu çelişkileri gidermeye yönelik usulî mekanizmaların eksik veya hatalı işletilmesinden kaynaklanmaktadır. Adli Tıp Üst Kurulu’nun rolü, bu noktada kurumsal bilirkişiliğin en kritik aşamasını oluşturmaktadır. Bir sonraki bölümde, Adli Tıp raporlarının ceza, hukuk ve iş yargılamasında nasıl kullanıldığı ve bu çelişkilerin farklı yargı kollarında ne tür sonuçlar doğurduğu ele alınacaktır.
Adli Tıp Raporlarının Farklı Yargı Kollarında Kullanımı
Adli Tıp Kurumu raporlarının yargılamadaki işlevi, tek tip ve yeknesak değildir. Ceza, hukuk ve iş yargılamalarında raporların hukuki anlamı, delil değeri ve yargısal etkisi farklı usul ilkeleri ve ispat rejimleri çerçevesinde şekillenmektedir. Bu nedenle Adli Tıp Kurumu’nun kurumsal konumu, ancak bu farklı yargı kollarındaki kullanım biçimleri birlikte değerlendirildiğinde sağlıklı biçimde anlaşılabilir.
Ceza (Suç) Yargılamasında Adli Tıp Raporları
Ceza yargılamasında Adli Tıp raporları, maddi gerçeğe ulaşma amacının en yoğun biçimde hissedildiği delil türlerinden biridir. Uyuşturucu suçları, cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar, ölüm ve yaralama vakaları gibi alanlarda biyolojik, fiziksel ve psikiyatrik bulgular çoğu zaman yargılamanın merkezine yerleşmektedir. Bu durum, Adli Tıp Kurumu raporlarının fiilen belirleyici bir ağırlık kazanmasına yol açmaktadır. Bununla birlikte, Yargıtay içtihatlarında açıkça vurgulandığı üzere, ceza yargılamasında hiçbir bilirkişi raporu hâkimi bağlamaz. Adli Tıp Kurumu raporları da bu genel ilkenin istisnası değildir. Ancak aynı içtihatlarda, bu raporların bilimsel nitelikleri nedeniyle yok sayılamayacağı, gerekçesiz biçimde bertaraf edilemeyeceği de kabul edilmektedir. Bu ikili yaklaşım, ceza yargılamasında raporların “bağlayıcı olmayan fakat güçlü” bir delil niteliği taşıdığını göstermektedir.
Cinsel suçlara ilişkin dosyalarda bu yaklaşım daha da belirginleşmektedir. Mağdur beyanları ile tıbbi bulgular arasında çelişki bulunması hâlinde, mahkemenin bu çelişkiyi gidermek için Adli Tıp Kurumu’ndan ek rapor alması veya üniversite hastanelerinden bilimsel görüş istemesi zorunlu görülmektedir. Mağdurun muayenesinde tespit edilen anatomik bulguların doğal mı yoksa fiile bağlı mı olduğunun açıklığa kavuşturulmaması, eksik inceleme kabul edilmekte ve bozma nedeni yapılmaktadır (Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 21.03.2022, 2021/16829 E., 2022/2684 K.).
Uyuşturucu suçlarında ise biyolojik materyal incelemeleri ayrı bir önem taşımaktadır. Kan, idrar, saç ve tırnak örneklerinin her birinin farklı zaman dilimlerine ilişkin veri sunması, Adli Tıp raporlarının bilimsel olarak çok katmanlı biçimde değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu tür dosyalarda, rapor sonuçlarının bağlamından koparılarak yorumlanması, masumiyet karinesi ile maddi gerçeğe ulaşma amacı arasındaki dengeyi ciddi biçimde zedeleyebilmektedir. Bu nedenle ceza yargılamasında Adli Tıp raporlarının yalnızca “sonuç” kısmı değil, kullanılan yöntemler ve bilimsel açıklamalarla birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir.
Hukuk Yargılamasında Adli Tıp Raporları
Hukuk yargılamasında Adli Tıp Kurumu raporları, en çok maluliyet, sürekli iş göremezlik, cismani zarar ve tazminat davalarında karşımıza çıkmaktadır. Bu alanda raporlar, kusurdan ziyade zararın kapsamının ve illiyet bağının tespitinde merkezi bir rol üstlenmektedir. Özellikle sigorta uyuşmazlıklarında ve rücu davalarında, Adli Tıp raporları çoğu zaman hükmün temel dayanağı hâline gelmektedir. Ancak hukuk yargılamasında da Adli Tıp raporlarının “kesin delil” niteliği taşıdığı söylenemez. Yargıtay, bu raporların denetime elverişli olması gerektiğini; raporda kullanılan yönetmeliğin, olay tarihinin ve uzmanlık alanlarının açıkça gösterilmesini zorunlu görmektedir. Aksi hâlde, raporun hükme esas alınması hukuka aykırı kabul edilmektedir. Özellikle psikiyatrik maluliyet iddialarında, heyette ilgili branş uzmanının bulunmaması veya raporda illiyet bağının gerekçelendirilmemesi bozma sebebi yapılmaktadır (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 20.04.2022, 2022/106 E., 2022/7494 K.).
Rücuen tazminat davalarında ise Adli Tıp raporlarının kullanımı daha da hassas bir hâl almaktadır. Bu tür davalarda sorumluluk teselsül esasına göre değil, kusur oranına göre belirlendiğinden, raporların her bir davalının kusur katkısını ayrı ayrı irdelemesi gerekmektedir. Ceza dosyasındaki veya idare mahkemesindeki tespitlerin aynen esas alınması yeterli görülmemekte; Adli Tıp Kurumu veya üniversitelerin adli tıp anabilim dallarından alınacak raporlarla kusur oranlarının somutlaştırılması aranmaktadır (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 14.02.2022, 2021/20383 E., 2022/2422 K.).
İş ve Sosyal Güvenlik Hukukunda Adli Tıp Raporları
İş ve sosyal güvenlik hukukunda Adli Tıp Kurumu raporları, meslek hastalığı ve sürekli iş göremezlik davalarında belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu alanda Adli Tıp Kurumu, SGK sağlık kurulları ve Yüksek Sağlık Kurulu ile birlikte çok katmanlı bir değerlendirme sürecinin parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.
Meslek hastalığının tespiti davalarında, yalnızca tıbbi tanı yeterli görülmemekte; hastalığın işin niteliğinden veya yürütüm şartlarından kaynaklanıp kaynaklanmadığının bilimsel olarak ortaya konulması gerekmektedir. Adli Tıp Kurumu raporlarının bu illiyet bağını açıkça kurmaması veya hastalığın mesleki olmadığı yönündeki kanaatini gerekçelendirmemesi hâlinde, rapor hükme esas alınamaz. Bu tür durumlarda, dosyanın yeniden sağlık kurulu, Yüksek Sağlık Kurulu ve gerekirse Adli Tıp Üst Kurulu sürecinden geçirilmesi zorunlu kabul edilmektedir (Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, 05.02.2025, 2024/11076 E., 2025/1518 K.).
Sürekli iş göremezlik ve maluliyet davalarında da benzer bir yaklaşım söz konusudur. Olay tarihine göre uygulanması gereken mevzuatın dikkate alınmaması, raporun yanlış yönetmeliğe dayanması veya uzmanlık eksikliği, Adli Tıp raporunun hukuki değerini ortadan kaldırmaktadır. Buna karşılık, usulüne uygun, gerekçeli ve bilimsel açıklamalar içeren Adli Tıp raporları, iş ve sosyal güvenlik hukukunda mahkemeler açısından güçlü bir dayanak oluşturmaktadır.
Bölüm sonucu olarak, Adli Tıp Kurumu raporlarının yargılamadaki etkisi, içinde yer aldığı yargı koluna göre farklı biçimlerde tezahür etmektedir. Ceza yargılamasında maddi gerçeğe ulaşma amacı ön plandayken, hukuk ve iş yargılamasında zararın kapsamı ve illiyet bağı belirleyici olmaktadır. Ancak her üç alanda da ortak olan husus, raporların mutlak bağlayıcılığa sahip olmadığı; denetime elverişli, gerekçeli ve bilimsel açıklamalar içermesi hâlinde hukuki değer taşıdığıdır.
Usuli Güvenceler ve Savunma Hakkı
Adli Tıp Kurumu raporlarının yargılamadaki ağırlığı, usuli güvencelerle dengelenmediği takdirde, savunma hakkı bakımından ciddi yapısal sorunlara yol açabilmektedir. Bilimsel nitelik taşıyan bir delilin, mahkeme nezdinde “yüksek güvenilirlik” atfedilen kurumsal bir kaynaktan gelmesi, taraflar arasındaki dengeyi fiilen bozma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle, Adli Tıp raporlarının kullanıldığı yargılamalarda savunma hakkının etkinliği, yalnızca teorik güvencelerle değil, uygulamada işletilen usuli mekanizmalarla ölçülmelidir.
Tarafların Raporlara Müdahale İmkânı
Ceza ve hukuk yargılamasında taraflara tanınan temel usuli güvencelerden biri, bilirkişi raporlarına karşı itiraz edebilme ve raporun denetlenmesini talep edebilme hakkıdır. Bu hak, yalnızca şekli bir itiraz imkânı değil; raporun bilimsel içeriğinin, yönteminin ve ulaşılan sonuçların sorgulanabilmesini de kapsar. Adli Tıp Kurumu raporları bakımından da bu ilke geçerlidir.
Uygulamada sıklıkla karşılaşılan sorun, Adli Tıp Kurumu raporlarının “resmî bilirkişi raporu” niteliği gerekçe gösterilerek itirazların yüzeysel biçimde değerlendirilmesi veya tamamen reddedilmesidir. Oysa yerleşik içtihatlara göre, raporun resmî bir kurumdan gelmesi, ona karşı itiraz edilemeyeceği anlamına gelmez. Tarafların, rapordaki eksik incelemeyi, çelişkili bulguları, uzmanlık yetersizliğini veya kullanılan bilimsel yöntemin hatalı olduğunu ileri sürmesi hâlinde, mahkemenin bu itirazları gerekçeli biçimde değerlendirmesi zorunludur. Bu bağlamda ek rapor ve yeni bilirkişi talebi, savunma hakkının somutlaşmış görünümüdür. Raporda açıklığa kavuşturulmayan hususların bulunması, farklı tıbbi branşların değerlendirmesini gerektiren durumların varlığı veya raporlar arasında çelişki oluşması hâlinde, mahkemenin ek rapor alması ya da farklı bir bilirkişi kuruluna başvurması gerekir. Bu yükümlülük, yargılamanın tarafsızlığı ve maddi gerçeğe ulaşma amacıyla doğrudan bağlantılıdır.
Özellikle ceza yargılamasında, sanık aleyhine sonuç doğuran Adli Tıp raporlarına karşı ileri sürülen itirazların “soyut” olduğu gerekçesiyle reddedilmesi, savunma hakkının ihlali sonucunu doğurabilmektedir. Bu nedenle mahkemelerin, itirazları yalnızca sonuç odaklı değil, raporun bilimsel ve yöntemsel bütünlüğü üzerinden değerlendirmesi gerekmektedir.
Silahların Eşitliği İlkesi ve Kurumsal Ağırlık Sorunu
Silahların eşitliği ilkesi, adil yargılanma hakkının temel unsurlarından biridir. Bu ilke, tarafların yargılamada iddia ve savunmalarını ileri sürerken makul ölçüde eşit imkânlara sahip olmasını ifade eder. Adli Tıp Kurumu raporlarının kurumsal ağırlığı ise, bu ilke bakımından özel bir tartışma alanı yaratmaktadır.
Adli Tıp Kurumu, merkezi yapısı, ülke çapındaki teşkilatı ve yasal statüsü nedeniyle, mahkemeler nezdinde doğal bir otorite algısına sahiptir. Bu algı, çoğu zaman raporların eleştirel süzgeçten geçirilmeden kabul edilmesine yol açabilmektedir. Savunma tarafının sunduğu üniversite raporları veya özel uzman görüşleri ise, uygulamada daha düşük bir ikna gücüyle karşılanabilmektedir. Bu durum, silahların eşitliği ilkesinin fiilen zedelenmesine neden olabilmektedir.
Yargıtay içtihatlarında, bu dengesizliğin önüne geçilmesi gerektiği açıkça vurgulanmaktadır. Yargıtay, mahkemelerin yalnızca raporun kaynağına bakarak değerlendirme yapamayacağını; raporun içeriğini, gerekçesini ve bilimsel tutarlılığını esas alması gerektiğini belirtmektedir. Bu yaklaşım, Adli Tıp Kurumu raporlarının “kurumsal üstünlük” zırhıyla dokunulmaz hâle gelmesini engellemeyi amaçlamaktadır. Mahkemelerin dengeleyici rolü, tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Hâkim, raporlar arasında tercihte bulunurken, hangi raporun neden daha inandırıcı olduğunu açıkça gerekçelendirmelidir. Adli Tıp raporunun tercih edilmesi hâlinde dahi, bu tercihin bilimsel nedenleri kararda gösterilmelidir. Aksi hâlde, savunma tarafının ileri sürdüğü karşı delillerin etkisiz bırakılması, adil yargılanma hakkı bakımından ciddi sorunlar doğurur.
Bölüm sonucu olarak, Adli Tıp Kurumu raporlarının yargılamadaki güçlü konumu, ancak etkin usuli güvencelerle dengelendiği ölçüde meşru ve kabul edilebilir hâle gelir. Tarafların raporlara itiraz edebilmesi, ek rapor ve yeni bilirkişi talep edebilmesi ve mahkemelerin bu talepleri ciddiyetle değerlendirmesi, savunma hakkının korunmasının vazgeçilmez unsurlarıdır. Aksi hâlde, bilimsel delil görüntüsü altında kurumsal bir otoritenin yargılamayı fiilen belirlediği bir sistem ortaya çıkar ki, bu durum ne ceza ne de hukuk yargılamasının temel ilkeleriyle bağdaşır.
Güncel Uygulama Örneği
Sadettin Saran Soruşturması ve Adli Tıp Kurumu’nun Delil Tekeli
Bu bölüm, adli tıp raporlarının “delil inceleme kurumu” olarak nasıl konumlandığını, soruşturma dosyasına giren – girmeyen rapor ayrımının hukuki sonuçlarını ve medyada dolaşan “alternatif rapor” iddialarının ceza muhakemesi bakımından ne ifade ettiğini, güncel bir örnek üzerinden somutlaştırmak amacıyla kaleme alınmıştır. Olayın “güncelliği”, yalnızca kamuoyunun ilgisi nedeniyle değil; delil rejimindeki bazı yapısal gerilimleri görünür kılması nedeniyle önemlidir: resmî bilirkişi/kurumsal bilirkişi raporunun fiilî ağırlığı, tarafların “özel rapor” üretme imkânının sınırları, soruşturmanın gizliliği ile masumiyet karinesi arasında medya üzerinden kurulan dengenin kırılganlığı ve nihayet, biyolojik materyal türleri arasında (saç – kan – idrar – tırnak) test penceresi farklılıklarının hukuki değerlendirmeye yansıması. Bu çerçevede Sadettin Saran, Türkiye kamuoyunda yalnızca bir iş insanı olarak değil; 2025 yılı içindeki olağanüstü genel kurul süreci sonrasında Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı olarak da anılan bir isimdir. Bu kimlik, soruşturma sürecindeki her adımın ve her bilgi kırıntısının, olağan dosyalara göre çok daha yoğun bir “haberleşme” ve “yorumlama” sarmalına girmesine yol açmaktadır; dolayısıyla olay, adli delilin teknik içeriğinden bağımsız olarak, ceza muhakemesinin iletişim ve algı boyutunu da doğrudan tetikleyen bir örnek niteliği taşımaktadır.
Olayın Usulî Özeti (Basına Yansıdığı Kadarıyla)
Açık kaynaklarda yer alan bilgilere göre süreç, şüphelinin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nda ifade vermesi ve akabinde biyolojik örneklerin alınması için Adli Tıp Kurumu’na sevk edilmesiyle görünür hale gelmiştir. Basına yansıyan anlatımda, ifade işlemlerinden sonra saç ve kan örnekleri başta olmak üzere çeşitli biyolojik örneklerin alındığı, sonrasında şüpheli hakkında yurt dışına çıkış yasağı ve/veya imza yükümlülüğü gibi adli kontrol tedbirlerinin gündeme geldiği belirtilmiştir.
Bu tür süreçlerde kritik nokta şudur: kamuoyuna yansıyan iddia – savunma ve “haber metni” seviyesindeki bilgilerin hukuki kıymeti, soruşturma dosyasına hangi belgenin, hangi usulle girdiğiyle sınırlıdır. Ceza muhakemesi bakımından “dosyaya girmeyen bilgi”, özellikle bilirkişi raporu iddiası söz konusu olduğunda, tartışmanın merkezine yerleşse bile hükme esas alınabilir bir delil niteliği kazanmaz. Bu nedenle olayın usulî akışı kadar, “hangi raporun dosyada bulunduğu” meselesi de doğrudan delil rejiminin konusudur.
“Özel laboratuvar temiz çıktı” İddiası ve Başsavcılığın Açıklamasının Anlamı
Olayın kamuoyundaki kırılma noktası, bazı basın organları ve sosyal medya hesaplarında “özel laboratuvar inceleme sonuçları temiz çıktı” şeklinde haberlerin dolaşıma girmesi, buna karşılık İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın soruşturma dosyasına Adli Tıp Kurumu dışında ulaşan bir rapor bulunmadığını açıklamasıdır. Başsavcılık, dosyada şüpheliye ait biyolojik materyal incelemesine ilişkin tek raporun, “kanuni ve resmî bilirkişi” olarak Adli Tıp Kurumu’nca düzenlenen rapor olduğunu belirtmiştir. Bu açıklama, yalnızca “haber düzeltmesi” değildir; doğrudan doğruya şu muhakeme ilkesini hatırlatır: Ceza soruşturmasında delil, dosyaya usulüne uygun şekilde girdiği ölçüde hukukî değer taşır. Dışarıda üretilmiş bir raporun varlığı iddia edilebilir; ancak bu rapor soruşturma makamınca dosyaya alınmamışsa (alınmamışsa / ulaşmamışsa), en azından o aşamada, hukuken var sayılan bir “bilirkişi raporu”ndan söz edilemez. Başsavcılığın “dosyaya ulaşan rapor yok” vurgusu, tartışmayı teknik içerikten önce usule bağlamaktadır: Dosyada yoksa, muhakeme bakımından hüküm kurdurucu bir ağırlık yaratamaz; tartışma ancak “dosyaya sunulması / temini, değerlendirilmesi, itiraz ve ek inceleme” hatları içinde anlam kazanır.
Bu nokta, yazının önceki bölümlerinde ele aldığımız “ATK raporu kesin delil midir?” sorusunu güncel bir sahnede yeniden görünür kılar. ATK raporu hakimi ve savcıyı hukuken bağlayan “üstün delil” değildir; fakat soruşturma dosyasında bulunan resmî/kurumsal rapor olarak fiilen belirleyici bir ağırlık kazanabilir. Özellikle alternatif raporların dosyaya girmediği, girse bile denetlenebilirlik ve yöntem tartışmasının yapılmadığı dosyalarda, ATK raporu adeta “tek referans” haline gelir. Başsavcılığın açıklaması, bu tek referanslaşmanın, somut olayda en azından raporların dosyaya giriş bakımından gerçekleştiğini göstermektedir.
ATK Raporunda “saç pozitif – diğer örnekler negatif” Görünümünün Hukukî Yorumu
Açık kaynaklarda ATK raporuna ilişkin şu bilgiye yer verilmiştir: saç örneklerinde testin pozitif, kan – idrar – tırnak örneklerinde ise negatif çıktığı iddia edilmiştir. Bu tablo, kamuoyunda “çelişki” olarak algılanmaya elverişlidir; ancak biyolojik materyal türleri arasında ölçüm penceresi ve kullanım zamanını yakalama kapasitesi farklıdır. Saç analizi, belirli koşullarda daha uzun zaman aralığına dair bir maruziyet/kullanım göstergesi olarak tartışılabilirken; kan ve idrar daha kısa dönem göstergeleri olarak değerlendirilir. Bu nedenle “saç pozitif – kan/idrar negatif” görünümü, her durumda teknik bir çelişki demek değildir; fakat ceza muhakemesi bakımından yine de iki düzeyde tartışmayı zorunlu kılar.
Birinci düzey, raporun denetlenebilirliğidir. Saç örneğinde pozitifliğin hangi analitik yöntemle saptandığı, eşik değerler, kontaminasyon ihtimali, numunenin alınması – muhafazası – zincirleme teslim (chain of custody) süreci, doğrulama testlerinin yapılıp yapılmadığı ve nihayet raporun gerekçesinin somutluğu, raporun delil değerini belirleyen unsurlardır. “Pozitif” ve “negatif” kelimeleri tek başına hukuki tartışmayı bitirmez; aksine yöntem ve gerekçe tartışmasını başlatır.
İkinci düzey, maddi vakıa ile hukuki nitelendirme ilişkisidir. Soruşturmada isnat edilen suç tipleri arasında, “kullanma”, “bulundurma/satın alma/kabul etme” ve “kullanılmasını kolaylaştırmak için yer/donanım/malzeme sağlama” gibi farklı fiillerin yer aldığı görülmektedir (basına yansıyan başsavcılık açıklamasında suçlamalar bu çerçevede anılmıştır). Bu suç tipleri bakımından biyolojik materyal sonucu tek başına her fiili aynı şiddette ispatlamaz; örneğin “kullanmayı” destekleyebilecek bir bulgu, “temin etme” veya “kullanımı kolaylaştırma” fiillerini otomatik olarak kanıtlamaz. Bu nedenle rapor, hangi fiil yönünden, hangi ek delillerle birlikte anlam kazandığı sorusuyla birlikte ele alınmalıdır.
Özel Laboratuvarların Sınırı, Medyanın Rolü ve Masumiyet Karinesi
Bu olayın sistemsel önemi, özel laboratuvarların teknik kapasitesinden ziyade, ceza muhakemesindeki statülerinden kaynaklanır. Özel bir laboratuvar incelemesi yapılmış olsa bile, bunun “dosyaya girişi”, raporun niteliği, bilirkişilik sıfatı, raporun alınma usulü ve tarafların itiraz/denetim imkânları gibi unsurlar belirleyicidir. Başsavcılığın açıklaması, en azından ilgili dosyada böyle bir raporun soruşturma makamına ulaşmadığını belirterek, “medyada dolaşan rapor” ile “dosyada bulunan rapor” arasındaki farkı kesin bir çizgiyle ortaya koymuştur.
Bu çizgi, masumiyet karinesi bakımından da önemlidir. Medyada “temiz çıktı” veya “pozitif çıktı” gibi kısa formüller, soruşturmanın henüz değerlendirme aşamasında olduğu bir dönemde, yargısal sürecin yerini alan bir hüküm algısı üretir. Oysa ceza muhakemesi, delilin yöntemsel güvenilirliği ve hukuka uygunluğu üzerinde tartışma ve denetim mekanizmaları kurar; bu mekanizmalar işletilmeden, kamuoyu önünde kurulan erken kanaatler hem şüpheli aleyhine hem de soruşturmanın sağlıklı yürütülmesi aleyhine sonuçlar doğurabilir. Başsavcılığın “soruşturma gizlilikle ve titizlikle devam etmektedir” vurgusu da, tam bu nedenle, yalnızca bir temenni değil; muhakemenin selameti bakımından bir usul hatırlatmasıdır.
Bölüm sonucu olarak Sadettin Saran dosyası, yazının ana tezine uygun biçimde şunu gösteren güncel bir laboratuvar gibidir: ATK raporu hukuken “kesin delil” değildir; ancak dosyaya giren tek resmî inceleme belgesi olduğunda, fiilen “delil tekeli”ne yakın bir ağırlık yaratabilir. Bu ağırlığı dengelemenin yolu, raporu sloganlaştırmak değil; raporun yöntemini, gerekçesini ve maddi vakıa ile bağlantısını denetlenebilir kılmak; dosyaya giren – girmeyen rapor ayrımını titizlikle korumak; tarafların itiraz ve ek inceleme haklarını etkin işletmek; mahkemenin de bu süreci “denetim yükümlülüğü” bilinciyle yönetmesidir.
Karşılaştırmalı Hukuka Kısa Bir Bakış
Kurumsal Adli Tıp, Bağımsız Bilirkişilik ve Yargısal Denetim Modelleri
Adli tıp ve bilirkişilik kurumlarının nasıl örgütlendiği, yalnızca teknik kapasiteyle değil; yargı bağımsızlığı, silahların eşitliği ve delilin denetlenebilirliği ilkeleriyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle karşılaştırmalı hukuk, Adli Tıp Kurumu’nun Türkiye’deki merkezi konumunu anlamak için “taklit edilecek modeller” sunmaktan ziyade, farklı sistemlerin hangi riskleri hangi araçlarla dengelediğini gösteren bir perspektif sağlar. Almanya, Fransa ve İngiltere örnekleri bu açıdan öğreticidir.
Almanya’da adli tıp hizmetleri tek bir merkezi kurumda toplanmış değildir. Federal düzeyde bağlayıcı bir “resmî adli tıp kurumu tekeli” yerine, üniversitelerin adli tıp enstitüleri ve bağımsız uzmanlar üzerinden işleyen, görece çoğulcu bir yapı vardır. Ceza muhakemesinde bilirkişi, mahkemenin takdirine bağlı olarak seçilir; üniversite enstitülerinden rapor alınması yaygındır ve bu raporlar, kurumsal kimliklerinden ziyade bilimsel gerekçeleri üzerinden tartışılır. Bu çoğulluk, bir yandan raporlar arasında görüş farklılıklarının daha sık ortaya çıkmasına yol açsa da, diğer yandan hâkimin delil serbestisi ve denetim yükümlülüğünü daha görünür kılar. Alman öğretisinde “bilirkişinin otoritesi” değil, “bilirkişi görüşünün ikna ediciliği” belirleyici kabul edilir; raporların karşılıklı sorgulanabilirliği, sistemin bilinçli olarak göze aldığı bir bedeldir.
Fransa’da ise daha kurumsal ve kayıtlı bir bilirkişilik sistemi mevcuttur. Adli bilirkişiler, belirli listelere kaydedilir ve mahkemeler çoğunlukla bu listelerden atama yapar. Bununla birlikte Fransa’da da adli tıp alanında tek bir merkezî kurumun mutlak hâkimiyetinden söz edilemez. Üniversite hastaneleri ve uzman laboratuvarlar, adli tıp incelemelerinde önemli rol oynar. Fransız sisteminde dikkat çeken husus, bilirkişinin raporunun “otoriter bir hüküm” olarak değil, tarafların tartışmasına açık bir görüş olarak kabul edilmesidir. Taraflar rapora karşı ayrıntılı itirazlar geliştirebilir; hâkim, çelişki gördüğünde ek rapor veya yeni bilirkişi atamaktan kaçınmaz. Böylece kurumsal kimlikten ziyade, raporun metodolojisi ve gerekçesi öne çıkar.
İngiltere ise daha farklı bir çizgide durur. Anglo-Sakson gelenekte bilirkişi, çoğu zaman taraflarca belirlenen ve mahkeme önünde çapraz sorguya tabi tutulan bir aktördür. Adli tıp alanında devlet laboratuvarları bulunsa da, “tek resmî kurum” fikri belirleyici değildir. Bilirkişi görüşü, tanık beyanına benzer şekilde duruşmada test edilir; karşı tarafın uzmanı tarafından sorgulanır, yöntemleri ve sonuçları açıkça tartışılır. Bu model, bilirkişi görüşünü adeta yargılamanın içine çeker ve raporun soyut bir belge olarak kalmasını engeller. Ancak bu yaklaşımın da eşitsizlik riski vardır: maddi imkânları güçlü taraflar, daha nitelikli uzmanlara erişebilir. İngiliz hukuku bu riski, hâkimin aktif rolü ve usule ilişkin sıkı kurallarla dengelemeye çalışır.
Bu üç örnek birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye açısından iki temel ders öne çıkar. Birincisi, kurumsallaşma tek başına güvenilirlik sağlamaz. Almanya ve Fransa’da kurumsal çerçeveler vardır; ancak bu çerçeveler, raporların çoğulcu biçimde üretilmesini ve tartışılmasını engellemez. İkincisi, bilirkişinin “kim olduğu” kadar, “nasıl rapor yazdığı” ve “raporun nasıl denetlendiği” önemlidir. İngiltere’de kurumsal merkezîlik zayıf olmasına rağmen, çapraz sorgu ve çelişmeli yargılama teknikleri, bilirkişi görüşünün mutlaklaşmasını önler.
Türkiye’de Adli Tıp Kurumu’nun merkezi konumu, karşılaştırmalı hukukta nadir görülen bir yoğunluk arz eder. Bu durum, bazı açılardan standartlaşma ve teknik kapasite avantajı sağlasa da, raporların fiilen “tek referans” haline gelmesi riskini beraberinde getirir. Karşılaştırmalı örnekler, bu riskin kaçınılmaz olmadığını; yargısal denetimin güçlendirilmesi, alternatif uzman görüşlerinin usul içinde değerlendirilmesi ve raporların gerekçesel denetime tabi tutulmasıyla dengelenebileceğini göstermektedir. Dolayısıyla mesele, Adli Tıp Kurumu’nun varlığı değil; bu varlığın nasıl bir denetim ve çoğulluk içinde işletildiğidir.
Sonuç
Yetki, Güvenilirlik ve Yargısal Denetim Arasında Adli Tıp Kurumu
Bu çalışma boyunca ortaya konulan normatif çerçeve, içtihatlar ve güncel uygulama örnekleri birlikte değerlendirildiğinde, Adli Tıp Kurumu’nun Türk yargı sistemi içindeki konumunun basit bir “bilirkişilik” tartışmasının çok ötesinde olduğu açıkça görülmektedir. Adli Tıp Kurumu, ne mutlak ve sorgulanamaz bir bilimsel otorite olarak kabul edilebilir ne de sıradan bir bilirkişi gibi ele alınabilir. Kurumun özgünlüğü, merkezi ve kurumsal yapısından; sorun alanları ise bu merkeziyetin yargısal denetimle yeterince dengelenememesinden kaynaklanmaktadır.
Adli Tıp Kurumu’nun hukuki statüsü, kanunla kurulmuş resmî bir kurum olmasının ötesinde, fiilen “merkezi delil inceleme otoritesi” niteliği kazanmıştır. Özellikle ceza yargılamasında, biyolojik materyal incelemeleri, ölüm nedenleri, cinsel suçlar ve uyuşturucu dosyalarında ATK raporlarının neredeyse vazgeçilmez bir referans noktası haline geldiği görülmektedir. Yargıtay içtihatları, bu raporların hâkimi bağlamadığını açıkça ifade etse de, uygulamada ATK raporunun yokluğunun çoğu zaman “eksik soruşturma” veya “eksik inceleme” gerekçesiyle bozma sebebi yapıldığı da bir gerçektir. Bu durum, ATK raporlarının hukuken “üstün” olmasa bile fiilen “merkezi” bir delil niteliği taşıdığını göstermektedir.
Çalışmada incelenen yargı kararları, Adli Tıp Kurumu raporlarının en kırılgan noktasının denetlenebilirlik olduğunu ortaya koymaktadır. Gerekçesiz, şablon ifadeler içeren, bilimsel yöntemi ve nedensellik bağını açıklamayan raporların; mahkûmiyet veya beraat için yeterli görülmediği, hatta bozma sebebi yapıldığı yönünde yerleşik bir yargısal yaklaşım mevcuttur. Bu yaklaşım, sorunun kurumdan ziyade raporların niteliğinde ve yargısal denetimin etkinliğinde yoğunlaştığını göstermektedir. Başka bir ifadeyle, sorun “Adli Tıp Kurumu vardır” değil, “Adli Tıp Kurumu raporu nasıl denetlenmektedir?” sorusunda düğümlenmektedir.
Üniversite adli tıp anabilim dalları ve diğer uzman bilirkişilerle kurulan ilişkinin de bu bağlamda değerlendirilmesi gerekir. Yargıtay, bazı dosyalarda üniversite raporu alınmamasını, bazı dosyalarda ise Adli Tıp Kurumu’na başvurulmamasını bozma sebebi yapabilmektedir. Bu durum ilk bakışta çelişkili görünse de, esasen raporu düzenleyen kurumdan çok, somut olayın gerektirdiği uzmanlık alanının esas alındığını göstermektedir. Ancak uygulamada, özellikle savunma makamı açısından, üniversite veya bağımsız uzman görüşlerinin ATK raporları karşısında yeterince etkili olamadığı; çelişki bulunduğu hâllerde dahi çoğu zaman Adli Tıp Üst Kurulu aşamasına gidilmeden hüküm kurulduğu dosyalar da mevcuttur.
Çelişkili raporlar meselesi, sistemin en kritik kırılma noktalarından biridir. Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararları ve Hukuk Genel Kurulu içtihatları, raporlar arasında çelişki bulunduğunda bunun mutlaka giderilmesi gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Buna rağmen, uygulamada çelişkinin “yorum farkı” olarak geçiştirildiği veya gerekçesiz biçimde bir rapora üstünlük tanındığı örnekler görülmektedir. Oysa çelişki, yalnızca bilimsel bir sorun değil; doğrudan doğruya adil yargılanma hakkını ilgilendiren usulî bir meseledir.
Sadettin Saran soruşturması gibi güncel ve kamuoyunun yakından takip ettiği dosyalar ise Adli Tıp Kurumu’nun fiili delil tekeline dair tartışmaları somutlaştırmaktadır. Dosyada yalnızca ATK raporunun bulunması, özel laboratuvar raporlarının dosyaya girmemesi ve savcılığın bu hususu açıkça vurgulaması, ceza muhakemesinde “resmî bilirkişi – özel uzman” ayrımının pratik sonuçlarını net biçimde göstermiştir. Bu olay, Adli Tıp Kurumu’nun yalnızca teknik bir inceleme kurumu olmadığını; aynı zamanda soruşturmanın yönünü, kamuoyu algısını ve masumiyet karinesinin pratik işleyişini etkileyen bir aktör olduğunu da ortaya koymuştur.
Karşılaştırmalı hukuk incelemesi, Türkiye’deki modelin kaçınılmaz olmadığını göstermektedir. Almanya ve Fransa’da çoğulcu ve üniversite merkezli yapılar; İngiltere’de ise çapraz sorguya dayalı bilirkişilik modeli, bilimsel delilin mutlaklaşmasını engelleyen farklı denge mekanizmaları sunmaktadır. Bu örnekler, Türkiye açısından Adli Tıp Kurumu’nun kaldırılmasını değil; kurumsal gücünün daha güçlü bir yargısal denetimle dengelenmesini işaret etmektedir.
Sonucun sonucu olarak; Adli Tıp Kurumu, Türk yargı sisteminde ne mutlak bir otorite ne de sıradan bir bilirkişidir. Kurumun varlığı, teknik kapasitesi ve kurumsal hafızası önemlidir; ancak asıl belirleyici olan, bu raporların nasıl üretildiği, nasıl gerekçelendirildiği ve nasıl denetlendiğidir. Çözüm, kurumun zayıflatılmasında değil; gerekçeli rapor zorunluluğunun güçlendirilmesinde, branş uzmanlığının sıkı biçimde denetlenmesinde ve çelişki hâllerinde Adli Tıp Üst Kurulu mekanizmasının otomatik ve etkili şekilde işletilmesindedir. Aksi hâlde, bilimsel delilin “objektif gerçek” görüntüsü altında yargısal takdiri gölgelediği ve savunma hakkını zayıflattığı bir sistemin kalıcılaşması riski kaçınılmazdır. Bu çerçevede Adli Tıp Kurumu tartışması, bir kurum tartışmasından ziyade, hukukun bilimle kurduğu ilişkinin ve yargısal denetimin sınırlarının yeniden düşünülmesi meselesi olarak ele alınmalıdır.
© 2025 Prof. Dr. Vahit Bıçak / Bıçak Hukuk Bürosu – Tüm hakları saklıdır. Bu makale, sayın Prof. Dr. Vahit Bıçak tarafından www.bicakhukuk.com sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi makalenin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan makalenin bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.
Referans: Bıçak, Vahit (2025) “Bilimsellik, Bağımsızlık, Tarafsızlık Ekseninde Adli Tıp Kurumu Uygulamaları: Delil İnceleme Rejimi”, Bıçak Hukuk Bürosu Blogu, https://www.bicakhukuk.com/adli-tip-kurumu-kurumsal-delil-incelemesi/ , Prgf . __., Erişim Tarihi: …,
Deutsch
Türkçe
English
Français

Comments
No comments yet.