Dijitalleşen kamu yönetimiyle birlikte, bilgi ve veri işleme faaliyetleri ceza yargılamasında yeni tartışma alanları yaratmıştır. Hüseyin Gün’ün casusluk suçlaması kapsamında alınan kolluk ifadesi, teknik danışmanlık faaliyetlerinin yanlış yorumlanmasıyla başlayan bir soruşturma sürecine ışık tutmaktadır. İfade, suçun maddi unsurlarını reddeden, faaliyetleri açık kaynak analizleri ve yasal yazılımlar çerçevesinde açıklayan savunma stratejisi üzerine kuruludur. Bu yönüyle klasik anlamda bir “itiraf” değil, dijital çağın karmaşık bilgi ilişkilerinde şekillenmiş bir “savunma beyanı” niteliği taşımaktadır. Beyanın delil değeri, mahkeme huzurunda doğrulanmadıkça tamamlayıcı niteliktedir. Olay, dijital uzmanlık eksikliğinin casusluk suçlamalarına yol açabileceğini ve teknik faaliyetlerin hukuki sınırlarının yeniden tanımlanması gerektiğini göstermektedir. Bu bağlamda, dijital delil standartlarının güçlendirilmesi ve casusluk suçunun tipikliğinin çağın koşullarına göre yeniden yorumlanması zorunluluk hâline gelmiştir.
Casusluk Soruşturmasında Beyan Delilinin Rolü
Suç ve ceza muhakemesi sisteminde “kolluk ifadesi”, şüphelinin suçlamayla ilgili ilk beyanını içerir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 147. maddesi, ifade alma ve sorgu işlemlerinde uyulması gereken temel kuralları belirler. Bu maddeye göre;
- Şüpheliye suç isnadının içeriği açıkça bildirilmelidir,
- Müdafi seçme hakkı hatırlatılmalı,
- Susma hakkı tanınmalı,
- İfadenin baskı, tehdit veya vaat olmaksızın özgür iradeye dayalı olarak alınması sağlanmalıdır.
Bu çerçevede Hüseyin Gün’ün ifadesinin alınmasına İstanbul TEM Şube Müdürlüğü’nde 25 Ekim 2025 tarihinde saat 23:35’te başlamış, ertesi gün 26/10/2025 saat 10:50 de ifade alma işlemi 11 saat sonra sona erdirilmiştir. İfade tutanağı toplam 262 sayfadan oluşmakta, ifadeyi alan personel ve yazan görevliler isimleriyle belirtilmiştir. İfade alma işlemine İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukat müdafi sıfatıyla katılmıştır. Bu durum, işlemin CMK m.147 ve m.148 gereğince müdafi huzurunda alınma şekli koşulunu karşıladığını göstermektedir.
Kolluk makamlarınca alınan ifadeler, yargılama aşamasında mahkeme huzurunda tekrarlanmadığı sürece tek başına mahkûmiyet hükmüne esas alınamaz. Dolayısıyla Hüseyin Gün’ün kolluk ifadesi, mahkemede doğrulanmadığı müddetçe „tek başına yeterli delil“ değil, „tamamlayıcıya ihtiyaç duyan“ nitelikte bir beyan delili niteliğindedir.
İfade alma sürecinde müdafi katılımı, hem şüphelinin savunma hakkının teminatı hem de beyan delilinin geçerlilik koşuludur. Anayasa’nın 36. maddesi, adil yargılanma hakkı kapsamında savunma hakkının “her aşamada” kullanılmasını güvence altına alır. CMK m.148/4 uyarınca, müdafi olmadan alınan beyanın delil değeri yoktur. İfade tutanağında yer alan bilgiler, beyanın müdafi huzurunda gerçekleştirildiğini ve hakların hatırlatıldığını göstermektedir. Bu durum , hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Salduz/Türkiye (2008) kararında belirttiği standartlara, hem de Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru içtihatlarında (ör. Yasin Özdemir Başvurusu, 2021) belirtilen “müdafi yardımıyla ifade verme” hakkına şeklen uygundur. Bununla birlikte, 262 sayfalık bir ifadenin yaklaşık 11 saatlik zaman aralığında alınmış olması, beyan iradesinin süre ve yorgunluk faktörlerinden etkilenip etkilenmediği bakımından dikkatle değerlendirilmeyi gerektirir. Ceza muhakemesi uygulamasında uzun süreli sorgularda kişinin iradesinin zayıflaması riski bulunduğundan, ifadenin değerinin belirlenmesinde bu husus da yargılama evresinde göz önünde bulundurulmalıdır.
CMK m.147’ye göre ifade alınmadan önce şüpheliye;
- Susma hakkı,
- Müdafi yardımı alma hakkı,
- Yakınlarına haber verilmesi hakkı,
- Lehine olan delilleri ileri sürme hakkı,
açıkça anlatılmalıdır. Hüseyin Gün’ün ifadesinde, tutanak metninde “haklarının hatırlatıldığı, kendisinin müdafi huzurunda beyanda bulunmayı kabul ettiği” kayıtlıdır. Bu durum, ifade alma prosedürünün şeklen hukuka uygun biçimde yürütüldüğünü göstermektedir. Ancak hukuki açıdan önemli olan yalnızca şekli uygunluk değil, maddi irade özgürlüğüdür. Yani kişi, herhangi bir baskı, yönlendirme veya algısal manipülasyon altında olmadan beyanda bulunmalıdır. Beyanda kullanılan dil, akış sırası ve açıklamaların doğrudanlık derecesi incelendiğinde, Hüseyin Gün’ün bilgilendirilmiş ve kontrollü bir anlatım sergilediği anlaşılmaktadır. Bu durum, beyanın iradi ve bilinçli şekilde verildiği yönünde güçlü bir göstergedir.
Kolluk ifadeleri, ceza muhakemesi literatüründe genellikle “tamamlayıcıya ihtiyaç duyan delil” olarak nitelendirilir. Bu beyanların doğrudan yargılama makamı huzurunda alınmaması, onların sınırlı delil değeri taşımasına yol açar. Yargıtay Ceza Genel Kurulu (YCGK, 2019/245 E.) kararına göre: “Kollukta alınan ve mahkeme huzurunda tekrarlanıp doğrulanmayan beyan, mahkûmiyet hükmüne esas teşkil edemez; ancak diğer delillerle desteklenmesi hâlinde tamamlayıcı mahiyette dikkate alınabilir.” Bu bağlamda Hüseyin Gün’ün kolluk ifadesi, olay örgüsünü ve şüphelinin konumunu açıklayan bir anlatı olarak yüksek değerde olsa da, tek başına hükme esas alınabilir nitelikte değildir.
Öte yandan, 262 sayfalık kapsamlı beyanın soruşturmanın yönünü belirleyen nitelikte olması, onu “soruşturma rehber delili” haline getirmiştir. Bu tür beyanlar, özellikle teknik konularda açıklama sağlayan karmaşık dosyalarda (örneğin casusluk, kara para aklama, organize suç gibi) savcılıklar tarafından olay örgüsünü kurmakta temel dayanak olarak kullanılır.
Hüseyin Gün ifadesinin incelenmesinden çıkan başlıca usulî tespitler şunlardır:
- Yetkili kolluk birimi tarafından alınmıştır (İstanbul TEM Şube Müdürlüğü).
- Müdafi huzuru sağlanmıştır, bu da ifadenin geçerliliği bakımından temel koşuldur.
- Haklar hatırlatılmıştır, tutanakta bu açıkça belirtilmiştir.
- İfade uzun sürmüştür (yaklaşık 11 saat), bu nedenle irade özgürlüğü yönünden dikkatli yorumlanmalıdır.
- Tutanaklar eksiksizdir, imza ve kayıtlar usulüne uygundur.
Bu bulgular ışığında ifade, şekli usul açısından hukuka uygun alınmış, ancak delil değeri bakımından sınırlı nitelikte bir beyan olarak nitelendirilebilir. İfadenin sonraki aşamalarda (örneğin savcılık veya mahkeme sorgusu) tekrarlanması veya doğrulanması hâlinde, „itibar edilebilir delil“ statüsü kazanması mümkündür.
İfadenin Maddi İçeriği: Olay Kurgusu ve Aktörler
Hüseyin Gün’ün ifadesinde çizdiği olay kurgusu, klasik bir “gizli bilgi temini” veya “devlet güvenliğine zarar verme” biçiminde değil; dijital analiz, kamuoyu ölçümü ve seçim kampanyası yönetimi ekseninde gelişen teknolojik bir faaliyet zinciri şeklindedir. Beyana göre, 2019 yerel seçimlerinden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) bünyesinde, veri tabanlarının modernizasyonu, sosyal medya eğilimlerinin izlenmesi ve kamuoyu algısının dijital ortamda ölçülmesi amacıyla bir dizi teknik proje yürütülmüştür. Hüseyin Gün, bu süreçte teknik danışmanlık ve dijital strateji planlaması rolü üstlendiğini belirtmiştir.
İfade, bu çalışmaların politik veya uluslararası bir casusluk amacı taşımadığını, aksine “yerel yönetim hizmetlerinin etkinliğini artırmak için geliştirilen analiz sistemleri” olduğunu savunmaktadır. Buna rağmen, soruşturma makamları faaliyetlerin gizlilik boyutunu ve yurt dışı bağlantılarını gerekçe göstererek bunları TCK m.328 anlamında siyasal casusluk suçu kapsamında değerlendirmiştir.
Olayın Gelişim Hikayesi
Hüseyin Gün’ün anlatımına göre, süreç teknik proje çağrıları ve dijital analiz çalışmalarının yürütülmesiyle başlamıştır. Bu çalışmaların yürütüldüğü dönemlerde, ABD ve Avrupa merkezli teknoloji şirketlerinden veri analitiği yazılımları tedarik edilmiş, yerli sistemlere entegrasyon sağlanmıştır. Gün, kullanılan yazılımların yasal lisanslı araçlar olduğunu, herhangi bir gizli erişim veya veri sızdırma altyapısı içermediğini ifade etmektedir.
Beyana göre, belediye bünyesindeki veri akışının güvenliği İBB Bilgi İşlem Dairesi tarafından denetlenmekte, dış bağlantılar ise yalnızca sistem güncellemeleri, yazılım lisanslaması veya uluslararası standart uyum süreçlerinde kullanılmaktaydı. Ancak savcılık makamı, bu dış bağlantıların “yabancı şirketler üzerinden Türkiye’deki verilerin analiz edilmesi” biçiminde gerçekleşmesini “yabancı devlet veya örgüt lehine bilgi sağlama” kapsamında değerlendirmiştir. Hüseyin Gün ise bu iddiayı reddederek, “yurt dışına veri aktarımı” olarak nitelendirilen süreçlerin
anonimleştirilmiş ve şeffaf verilerle sınırlı olduğunu, “devlet sırrı veya gizlilik dereceli bilgi” içermediğini belirtmiştir.
Başlıca Aktörler ve Rolleri
İfade içeriğinde olay örgüsünde adı geçen kişiler üç temel kategoride sınıflandırılabilir:
Teknik Kadro ve Danışmanlar: Bu grupta Hüseyin Gün’ün yönlendirdiği veri mühendisleri, sistem yöneticileri ve yazılım geliştiriciler yer alır. Görevleri, dijital platformlardan elde edilen verileri analiz etmek, grafik hâline getirmek ve ilgili birimlere raporlamaktır. Bu kişilerin, gizli bilgilere erişim veya dış irtibat sağlama yetkilerinin olmadığı vurgulanmıştır.
Siyasi İletişim Ekibi: Bu grup, Necati Özkan liderliğinde çalışan siyasi strateji danışmanları ve iletişim uzmanlarından oluşur. Elde edilen analizler bu ekibe raporlanmakta, mesaj dili, kamuoyu kampanyaları ve seçim dönemlerine ilişkin stratejik kararlar burada üretilmektedir. Hüseyin Gün, bu ekibin işlevinin tamamen “siyasi iletişim danışmanlığı” çerçevesinde kaldığını, belediye yönetiminin bu çalışmaları “kamuoyu desteğini ölçme” amacıyla değerlendirdiğini belirtmiştir.
Yönetim Katmanı ve Karar Vericiler: İfade metninde, belediye başkanı ve bazı üst düzey yöneticiler (ör. Bilgi İşlem Daire Başkanı N.E.Ö. ve İstelkom Genel Müdürü M.G.)
karar süreçlerinde yer alan isimler olarak geçmektedir. Ancak Hüseyin Gün, bu kişilerle ilişkisini proje raporlaması düzeyinde tanımlamakta; herhangi bir “talimat zinciri” veya “örgütsel hiyerarşi” içerisinde yer almadığını vurgulamaktadır.
Eylemlerin Niteliği ve Uygulama Biçimleri
İfade, yürütülen dijital faaliyetlerin üç aşamalı bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir:
- Veri Toplama Aşaması: Sosyal medya, haber siteleri ve kamuya açık kaynaklardan “duygu analizi” verileri toplanmıştır. Kişisel veri barındırmayan, toplu istatistiksel analizlere dayalı veri kümeleri oluşturulmuştur.
- Analiz ve Raporlama Aşaması: Toplanan veriler algoritmalar aracılığıyla işlenmiş, “trend”, “etki alanı”, “konu yoğunluğu” gibi başlıklarda raporlanmıştır. Bu raporlar iletişim ekibine sunulmuştur.
- Dijital Aktivasyon Aşaması: Kamuoyuna mesaj iletimi, kampanya dönemlerinde dijital farkındalık oluşturma gibi faaliyetler yürütülmüştür. “Fake hesap”, “bot ağları” veya “psikolojik operasyon” iddialarına ilişkin doğrudan bir kabul ifadesi bulunmamaktadır. Hüseyin Gün, bu kavramların “teknik terimlerin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığını” ileri sürmektedir.
Bu yapı, olayın özünü “veri temelli siyasal iletişim faaliyeti” olarak ortaya koymaktadır. Ceza hukuku açısından bu eylemler, “gizli bilgi temini” unsurunu taşımadığı için doğrudan casusluk suçu kapsamına girdiklerini bu aşamada ifade etmek güçtür.
Olayın İç Mantığı ve Şüpheli Savunması
Hüseyin Gün’ün beyanının genel mantığı, iki temel argüman üzerine kuruludur:
- Eylemlerin suç kastı taşımadığı,
- Yürütülen faaliyetlerin şeffaf, kamusal ve profesyonel nitelikte olduğu.
Bu savunma çizgisi, TCK m.328’de tanımlanan “devlet güvenliği bakımından gizli bilgi temini” unsurunu ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Zira suçun oluşabilmesi için yalnızca bilginin elde edilmesi değil, aynı zamanda bu bilginin “devletin güvenliğine zarar verecek biçimde yabancı bir unsurla paylaşılması” gereklidir. Hüseyin Gün’ün ifadesinde böyle bir aktarım veya kast bulunmadığı gibi, yabancı devletlerle irtibat veya finansal akışa ilişkin hiçbir somut unsurdan bahsedilmemektedir. Bu nedenle, beyanın iç mantığı suçun maddi unsurunu değil, meşru teknik faaliyeti yansıtmaktadır.
İfadenin İç Mantığı ve Savunma Stratejisi
Hüseyin Gün’ün ifadesinin bütününe hâkim olan dil, rasyonel, teknik ve profesyonel bir açıklama tarzı taşımaktadır. Şüpheli, beyanının hiçbir noktasında suça konu eylemi doğrudan kabul etmemekte; aksine, kendisine isnat edilen faaliyetleri meşru, mesleki ve kurumsal bir zemine oturtmaktadır. Bu çerçevede savunma stratejisinin iki temel eksende geliştiği görülmektedir:
- Fiilin hukuka uygunluk zemini oluşturmak:
- Yapılan işlemlerin belediyenin dijital projeleri kapsamında, yetkili kişilerle yürütüldüğü,
- Erişilen verilerin kamuya açık olduğu,
- Yabancı kişi veya kurumlarla yapılan bilgi paylaşımının teknik işbirliği niteliğinde bulunduğu.
- Kast unsurunu reddetmek:
- “Devletin güvenliğini tehlikeye atma”, “gizli bilgi temini” gibi amaçların söz konusu olmadığı,
- Faaliyetlerin suç teşkil edeceği bilinciyle hareket edilmediği.
Bu iki hat, hem TCK m.30/1 (kast olmadan işlenen fiil suç oluşturmaz) hem de TCK m.24/1 (kanun hükmünü yerine getiren kimseye ceza verilmez) ilkeleriyle dolaylı biçimde örtüşmektedir.
Dil, Üslup ve Söylem Analizi
Beyan diline bakıldığında, Hüseyin Gün’ün teknik terminolojiye hâkim, kavramları bilinçli seçen bir üslup kullandığı görülmektedir. Bu durum, hem sorgu sürecini yönlendirmeyi hem de anlatıyı kontrol altında tutmayı sağlayan bir savunma dili stratejisidir. İfade boyunca sıkça kullanılan bazı kavramlar, savunmanın temel dayanaklarını oluşturur:
- “Veri güvenliği”,
- “Açık kaynak analizi”,
- “Dijital farkındalık”,
- “Algoritmik ölçümleme”,
- “Yasal lisanslı yazılımlar.”
Bu terimlerin seçimi, faaliyetleri teknik bir çerçeveye oturtarak suçun manevi unsurunu zayıflatma amacına yöneliktir. Savunma, olayın politik boyutundan uzaklaşıp teknik bir uzmanlık faaliyeti olarak algılanmasını hedeflemektedir.
Stratejik Çerçeveleme: “Yanlış Anlaşılmış Bir Teknik Faaliyet” Teması
Hüseyin Gün’ün anlatısında öne çıkan ana savunma teması, olayın “yanlış yorumlanan teknik faaliyetlerden ibaret olduğu” düşüncesidir. Bu temanın altında şu argümanlar sıralanmaktadır:
- Tüm işlemler şeffaf dijital altyapılar üzerinden yürütülmüştür.
- Hiçbir aşamada devletin güvenliğini ilgilendiren gizli belgeye erişim sağlanmamıştır.
- Bilgi paylaşımları anonimleştirilmiş istatistik verilerden ibarettir.
- Soruşturma makamlarının teknik süreçleri yanlış nitelendirmesi nedeniyle,
faaliyetlerin “casusluk” çerçevesinde yorumlanması hatalıdır. Bu çerçeveleme, şüphelinin “faaliyetin amacını değiştirmeksizin hukuki nitelendirmeyi dönüştürme” taktiğini benimsediğini gösterir. Böylece eylemin suç olarak değil, idari veya etik bir tartışma konusu olarak algılanması hedeflenmiştir.
Kendisini Konumlandırma Biçimi: Rolün Yeniden Tanımlanması
Hüseyin Gün, soruşturma dosyasında “örgüt yöneticisi” sıfatıyla yer almasına rağmen, ifadesinde kendisini “koordinatör” ve “teknik danışman” olarak tanımlamaktadır. Bu konumlandırma, iki önemli stratejik amaca hizmet eder:
- Örgütsel hiyerarşi iddiasını reddetmek:
- Emir–talimat ilişkisini ortadan kaldırmak,
- Sorumluluğu paylaşılmış, dağınık bir yapıya dağıtmak.
- Faaliyetlerin kamusal ve sözleşmesel niteliğini vurgulamak:
- Belediyeyle yapılan hizmet sözleşmelerine, proje protokollerine atıf yaparak
yapılan işin kurumsal meşruiyetini ön plana çıkarmak.
- Belediyeyle yapılan hizmet sözleşmelerine, proje protokollerine atıf yaparak
Bu şekilde, hem “örgütlü suç” hem de “casusluk” iddialarının organizasyonel bağını zayıflatmak hedeflendiği ifade edilebilir.
İfade Akışı ve Anlatı Tutarlılığı
Hüseyin Gün’ün beyanı, uzun olmasına rağmen belirli bir anlatı bütünlüğü taşır. Olayların kronolojik sıralaması, kişilerin rollerinin açıklanışı ve teknik süreçlerin anlatımı birbirini destekler niteliktedir. Bu durum, ifadenin spontane değil, önceden düşünülmüş ve stratejik biçimde yapılandırılmış olduğunu düşündürmektedir. Bununla birlikte, bazı bölümlerde sorumluluğun alt kadrolara veya proje paydaşlarına devredildiği gözlemlenir. Bu durum, klasik savunma literatüründe “rol parçalama stratejisi” olarak adlandırılır – şüpheli, fiilin genel yöneticisi değil, teknik bir bileşeni olduğunu iddia ederek cezai sorumluluk alanını daraltmaya çalışır.
Savunmanın Hukuki Niteliği: Manevi Unsura Odaklanma
Casusluk suçunun (TCK m.328) en belirgin özelliği “devletin güvenliği veya dış siyasal yararları bakımından gizli kalması gereken bilgilerin temini veya açıklanması”dır. Bu suç, yalnızca objektif eylemle değil, aynı zamanda özel kastın bulunması ile oluşur. Hüseyin Gün’ün savunması, tam da bu kast unsurunu hedef almaktadır:
- Eylemlerinin “teknik danışmanlık” ve “bilimsel analiz” çerçevesinde kaldığını,
- Hiçbir aşamada devlet aleyhine niyet veya çıkar bulunmadığını,
- Bilgilerin yalnızca kamusal projelerde kullanılmak üzere işlendiğini ifade etmektedir.
Bu söylem, manevi unsurun (kastın) yokluğunu vurgulayarak suçun tamamlanmadığını savunan bir hat oluşturur. Yargıtay içtihatlarında da (YCGK, 2016/14-405 E., 2019/323 K.) belirtildiği üzere,
“devletin güvenliğiyle ilgisi bulunmayan bilgi veya verinin paylaşımı casusluk suçunun kapsamına girmez.” Dolayısıyla Hüseyin Gün’ün anlatısı, eylemleri bu sınırın dışında tutarak suçun tipiklik unsurunu ortadan kaldırabilecek niteliktedir.
Savunma Stratejisinin Değerlendirilmesi
Beyanların genel seyri değerlendirildiğinde, Hüseyin Gün’ün izlediği savunma stratejisi şu temel sonuçları doğurur:
- Suçun unsurlarını parçalara ayırarak tartışma alanını daraltmak:
- “Gizli bilgi” unsurunu teknik gerekçelerle,
- “Yabancı örgüt” unsurunu ilişki yokluğuyla,
- “Kast” unsurunu niyet beyanlarıyla ortadan kaldırmak.
- Kolluk anlatısını teknik bir tartışmaya dönüştürmek:
- Böylece hukukî tartışmayı “devlet güvenliği” yerine “veri yönetimi” eksenine kaydırmak.
- İfade metnini gelecekteki yargılama için delil stratejisi hâline getirmek:
- Beyan, yalnızca savunma değil, aynı zamanda ileride mahkeme önünde kullanılabilecek bir açıklama niteliğindedir.
Bu özellikler, ifadenin hem iç mantık hem stratejik yapı bakımından yüksek bilinçli bir savunma beyanı olduğunu göstermektedir.
Beyanın Delil Niteliği ve Hukuki Değerlendirme
Hüseyin Gün’ün 262 sayfalık beyanı incelendiğinde, ifadede suçu ikrar eden bir unsur bulunmadığı görülmektedir. Beyan, klasik anlamda “itiraf” değil, rasyonel savunma beyanı niteliği taşımaktadır. Ceza muhakemesi literatüründe itiraf, “şüphelinin suçu kabul ederek olayın oluşuna dair kendi aleyhine beyanda bulunması” olarak tanımlanır. Buna karşılık savunma beyanı, suçun oluşmadığı, kastın bulunmadığı veya fiilin hukuka uygun olduğu yönündeki açıklamaları içerir. Hüseyin Gün’ün ifadesi bu ikinci kategoridedir. Beyan boyunca, suçun maddi unsurlarını oluşturan hiçbir fiil (örneğin gizli bilgi temini, aktarım, yabancı örgüt bağlantısı) doğrudan kabul edilmemiştir. Bu nedenle ifade, delil değeri itibarıyla lehine bir savunma açıklaması, aleyhine bir itiraf değildir.
CMK m.148, ifade alma sırasında yasak sorgu yöntemlerini açıkça yasaklamıştır. Maddeye göre, “(1) Şüphelinin ve sanığın beyanı özgür iradesine dayanmalıdır. Bunu engelleyici nitelikte kötü davranma, işkence, ilâç verme, yorma, aldatma, cebir veya tehditte bulunma, bazı araçları kullanma gibi bedensel veya ruhsal müdahaleler yapılamaz. (2) Kanuna aykırı bir yarar vaat edilemez. (3) Yasak usullerle elde edilen ifadeler rıza ile verilmiş olsa da delil olarak değerlendirilemez. (4) Müdafi hazır bulunmaksızın kollukça alınan ifade, hâkim veya mahkeme huzurunda şüpheli veya sanık tarafından doğrulanmadıkça hükme esas alınamaz. (5) Şüphelinin aynı olayla ilgili olarak yeniden ifadesinin alınması ihtiyacı ortaya çıktığında, bu işlem ancak Cumhuriyet savcısı tarafından yapılabilir.”
Hüseyin Gün’ün beyanı incelendiğinde, ifade alma işleminin: müdafi huzurunda yapıldığı, hakların hatırlatıldığı, ifadenin kendi rızasıyla verildiği, tutanakların usulüne uygun imzalandığı görülmektedir. Dolayısıyla usul açısından beyan, hukuka uygun şekilde alınmıştır. Ancak ifade süresinin (yaklaşık 11 saat) uzunluğu, AİHM içtihatlarında vurgulanan “irade serbestliği” bakımından dikkate alınmalıdır. Salduz/Türkiye (AİHM, 2008) ve Gäfgen/Almanya (AİHM, 2010) kararlarına göre, şüphelinin uzun süre sorgulanması ve yorgunluk altında ifade vermesi hâlinde, beyanın özgür iradeye dayanıp dayanmadığı tartışmaya açık hale gelir. Bu durumda, ifadenin hukuka uygunluğu biçimsel olarak sağlansa da, maddi irade özgürlüğü yönünden mahkemede yeniden değerlendirilmesi gerekebilir.
Ceza muhakemesi hukukunda deliller arasında “beyan delilleri” (itiraf, tanık, müşteki veya sanık ifadeleri) önemli bir grubu oluşturur. Ancak kollukta alınan beyan, yargılamada mahkeme huzurunda tekrarlanmadıkça tek başına mahkûmiyet için yeterli değildir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 2019/245 E., 2020/92 K. sayılı kararında şu ilke açıkça ifade edilmiştir: “Kollukta alınan ve mahkeme huzurunda doğrulanmayan beyan, mahkûmiyet hükmüne esas teşkil edemez; ancak diğer delillerle desteklendiğinde tamamlayıcı mahiyette değerlendirilebilir.” Bu bağlamda Hüseyin Gün’ün ifadesi, „tek başına yeterli delil“ değil, „tamamlayıcıya ihtiyaç duyan delil“ niteliği taşır. Yani bu beyan, ancak diğer teknik (dijital log kayıtları, yazışma trafiği, mali hareketler) veya fiziki delillerle birlikte anlam kazanabilir. Ayrıca CMK m.217/2 uyarınca hâkim, hükmü yalnızca “duruşmada tartışılmış delillere” dayandırabilir. Dolayısıyla, beyanın soruşturma aşamasında kalması durumunda, mahkeme hükmünde esas alınması mümkün değildir.
Hukuki ve Toplumsal Yansımalar
Yirmi birinci yüzyılın ikinci çeyreğine girerken, ceza yargılamasında dijital içeriklerin ve teknolojik eylemlerin yargısal değerlendirmesi giderek karmaşık bir hal almıştır. Bugün, “bilgi temini”, “veri aktarımı” veya “dijital analiz” gibi kavramlar, hem meşru kamu faaliyeti hem de suç unsuru olarak yorumlanabilmektedir. Hüseyin Gün’ün ifadesi bu dönüşümün somut bir örneğidir:
dijital analitik, yapay zekâ tabanlı veri izleme ve açık kaynak analizleri gibi kavramlar, soruşturma makamlarınca “casusluk suçu” kapsamına alınmış, ancak şüpheli bunları bilimsel ve teknik faaliyet olarak çerçevelemiştir. Bu örnek, klasik delil sisteminin dijital suçlarda yetersiz kaldığını göstermektedir.
Teknolojik faaliyetlerin suç unsuru taşıyıp taşımadığı, yalnızca hukukî değil, aynı zamanda teknik bilgiye dayalı bir uzmanlık sorunu haline gelmiştir. Dolayısıyla, bu tür dosyalarda adli bilişim uzmanları, veri güvenliği mühendisleri ve iletişim teknolojisi analistlerinin soruşturma sürecine etkin biçimde dahil edilmesi artık zorunluluk arz etmektedir.
Türkiye’de dijital suç soruşturmaları çoğu zaman geleneksel delil değerlendirme standartlarıyla yürütülmektedir. Bu durum, teknik faaliyetlerin yanlış nitelendirilmesine ve bazı durumlarda masum davranışların suç olarak görülmesine neden olabilmektedir. Hüseyin Gün örneğinde, dijital analiz araçları ve veri toplama süreçleri “veri sızdırma” veya “bilgi temini” olarak nitelendirilmiş,
ancak bu teknik işlemlerin çoğunun kamuya açık platformlardan yürütüldüğü beyan edilmiştir. Bu tür teknik ayrımların doğru yapılamaması, hem tipiklik değerlendirmesini hem de kast analizini zayıflatır.
Ayrıca, savcılık ve kolluk birimlerinin teknik altyapı eksikliği nedeniyle veri trafiği, log kayıtları, meta-data veya hash analizlerini yorumlamakta güçlük çektiği, bu nedenle bazı dosyalarda “olası casusluk” şüphesiyle başlatılan soruşturmaların fiilen dijital hizmet denetimi niteliği kazandığı gözlemlenmektedir. Bu tablo, ceza muhakemesi sisteminin teknolojik gelişmelere paralel olarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Kollukta alınan ifadeler, çoğu zaman yargısal süreç tamamlanmadan ön ce medyaya yansımakta,
bu da “ön yargı” ve “etik yargılama” risklerini doğurmaktadır. Özellikle casusluk, terör veya örgüt suçlamalarında, kamuoyunun dosya içeriğinden ziyade ifadenin belirli bölümlerine dayalı kanaat oluşturduğu görülür. Hüseyin Gün vakasında da benzer bir durum mevcuttur. Şüphelinin teknik açıklamaları ve “veri analizi” anlatımları, bazı medya organlarınca “gizli veri toplama” olarak sunulmuş; bu da kamuoyunda casusluk suçlamasının peşin kabul edilmesine yol açmıştır.
Bu durum, Anayasa m.38 ve AİHS m.6’da güvence altına alınan masumiyet karinesinin fiilen zedelenmesine neden olur. Ceza muhakemesinde ifade, yargısal değerlendirmeye tabi bir delil iken, kamuoyu nezdinde çoğu kez “itiraf” olarak algılanmakta, böylece yargılama başlamadan sanığın toplumsal itibarı zedelenmektedir.
Casusluk suçları, doğaları gereği devlet güvenliği ve siyasi ilişkilerle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle, her dönemde bu suç tipinin siyasal iklimden etkilenme riski bulunmaktadır. Hüseyin Gün olayı, dijital alanla siyasal alanın kesiştiği bir noktada ortaya çıkmıştır. İfade metni incelendiğinde, şüpheli kendi faaliyetlerini “belediye veri yönetimi ve dijital strateji geliştirme” olarak tanımlarken, soruşturma makamları bu faaliyetleri yabancı etkilere açık casusluk faaliyeti olarak nitelendirmiştir. Bu farklılık, dijital çağda “devlet güvenliği” kavramının sınırlarının belirsizleştiğini ortaya koymaktadır. Bu tür dosyalar, yalnızca hukukî değil, aynı zamanda siyasal iletişim aracına da dönüşebilmekte, özellikle medya ve sosyal ağlar üzerinden “ulusal güvenlik tehdidi” algısı üretilebilmektedir. Bu durum, hem adil yargılanma hakkını hem de kamuoyunun sağlıklı bilgiye erişimini olumsuz etkiler.
Bu dosya türleri, Türkiye’de kolluk ifadelerinin alınış biçimi ve değerlendirilme yöntemlerinin
yeniden düzenlenmesi gerektiğini göstermektedir. Somut olarak şu reform önerileri öne çıkmaktadır:
- Dijital Delil Uzmanlığı Enstitüsü kurulmalıdır: Kolluk birimleri, dijital delil analizinde teknik bilirkişilerle sürekli çalışmalıdır.
- İfade alma işlemleri görsel kayıt altına alınmalıdır: AİHM’in Oskarsson/İsveç (2020) kararında vurgulandığı gibi, uzun sorgulamalarda video kayıt, irade serbestliğini koruyan en etkin güvencedir.
- Savunma avukatlarının teknik delillere erişim hakkı genişletilmelidir: CMK m.153’teki “dosya gizliliği” istisnası, dijital deliller açısından daha dar yorumlanmalıdır.
- Casusluk suçunun tipiklik unsurları yeniden tanımlanmalıdır: “Devlet güvenliği bakımından gizli kalması gereken bilgi” tanımı, dijital çağın bilgi paylaşım standartlarına göre revize edilmelidir.
Bu öneriler, hem bireysel hakların korunması hem de devlet güvenliği kavramının çağdaş hukuki sınırlar içinde yeniden dengelenmesini sağlayabilir.
Hüseyin Gün vakası, Türkiye’de dijitalleşen kamu yönetimi ile güvenlik devleti anlayışı arasındaki gerilimi göstermektedir. Bir yandan devlet, dijital dönüşümü teşvik ederken; diğer yandan dijital faaliyetlerin bazı biçimlerini “tehdit” olarak algılayabilmektedir. Bu gerilim, hukuk sisteminin adaptasyon hızını ve kurumsal koordinasyonu sınar. Kolluk ifadeleri, yalnızca bireysel savunma beyanı değil, aynı zamanda devletin bilgiye, teknolojiye ve ifade özgürlüğüne yaklaşımını da yansıtan metinler hâline gelir.
Hüseyin Gün’ün ifadesi, ceza muhakemesi hukukunun dijital çağdaki dönüşümünü anlamak açısından önemli bir örnektir. Bu beyan, klasik “suç ikrarı” modelinden çok, teknolojik eylemlerin yanlış yorumlanmasının yarattığı yeni bir ceza hukuku sorununu temsil etmektedir. Dolayısıyla mesele, yalnızca bireysel savunma değil, aynı zamanda bilgi toplumunda suçun sınırlarının nasıl tanımlanacağı meselesidir.
Sonuç ve Değerlendirme
Ceza muhakemesinde şüpheli beyanı, uzun yıllar boyunca mahkûmiyetin en güçlü delillerinden biri olarak kabul edilmiştir. Ancak dijital çağda, özellikle bilgi temelli suçlarda, şüpheli ifadeleri artık klasik anlamda “itiraf” ya da “suçun ikrarı” niteliğini taşımamaktadır. Hüseyin Gün’ün ifadesi bu dönüşümün tipik bir örneğidir. Burada beyan, suçun ikrarı değil; teknolojik faaliyetlerin meşruiyetini açıklama aracıdır. Bu durum, ceza muhakemesi teorisinde yeni bir tartışmayı gündeme getirir: “Teknolojik eylem beyanı” kavramı. Bu tür beyanlar, klasik “eylem anlatımı”ndan farklı olarak teknik, algoritmik ve bilişimsel süreçleri içerir; dolayısıyla değerlendirilmeleri, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda teknik bilirkişilik gerektirir.
Hüseyin Gün’ün 262 sayfalık kolluk ifadesi, biçimsel olarak uzun, içerik olarak sistematik ve stratejik bir savunma beyanıdır. Bu yönüyle, ifade üç düzeyde analiz edilebilir:
- Usulî açıdan:
- Müdafi huzurunda alınmış,
- Haklar hatırlatılmış,
- Hukuka uygunluk ilkelerine genel olarak riayet edilmiştir.
- Maddi açıdan:
- Suçun unsurlarını reddetmekte,
- Faaliyetleri teknik danışmanlık çerçevesine oturtmaktadır.
- Delil değeri açısından:
- Tek başına mahkûmiyet doğurmaz,
- Diğer teknik delillerle birlikte anlam kazanır.
Bu üç düzey birlikte değerlendirildiğinde, Hüseyin Gün’ün ifadesi savunma delili niteliği taşımakta; “suçun kabulü” değil, “nitelendirme tartışması” içeren bir açıklamadır.
TCK m.328 kapsamında “devletin güvenliği bakımından gizli kalması gereken bilgi” kavramı,
dijital çağda yeniden tanımlanması gereken bir normatif sınırdır. Artık bilgi, yalnızca kâğıt veya dosya biçiminde değil; veri, meta-data, yazılım protokolü veya algoritmik işlem biçiminde dolaşmaktadır. Bu gerçeklik, casusluk suçunun maddi unsurunun belirlenmesini güçleştirmektedir. Hüseyin Gün olayı, açık kaynak verilerle yürütülen dijital analizlerin dahi “bilgi temini” olarak değerlendirilebildiğini göstermektedir. Bu nedenle, “gizli bilgi” tanımı, gelecekte hem yasa düzeyinde hem yargı içtihatlarında bilginin niteliği, erişim biçimi ve kullanım amacı dikkate alınarak yeniden yorumlanmalıdır.
Beyan delillerinin hukuki değerlendirmesinde dört aşamalı bir sistem önerilebilir:
- Kaynağın güvenilirliği: Beyan baskı, hile veya yönlendirme altında mı verilmiştir?
- Beyan içeriğinin tutarlılığı: Kronoloji, olay örgüsü ve diğer delillerle örtüşmekte midir?
- Bağımsız destek deliller: Beyan, teknik veya fiziki başka kanıtlarla doğrulanabilir mi?
- İfade amacının niteliği: Beyan suçun kabulü mü, yoksa hukuki nitelendirmeyi dönüştürme çabası mı içermektedir?
Hüseyin Gün’ün beyanı bu sistemde değerlendirildiğinde, yüksek tutarlılığa sahip ama düşük ikrar değeri taşıyan bir beyan olarak sınıflandırılabilir. Dolayısıyla, bu tür ifadeler yargılamada açıklayıcı fakat belirleyici olmayan deliller arasında yer almalıdır.
Hüseyin Gün vakasından çıkarılabilecek bazı genel öneriler şunlardır:
- Teknik ve hukuki uzmanlık bir arada kullanılmalıdır. Dijital içerikli dosyalarda kolluk ifadesi alınırken teknik bilirkişiler hazır bulunmalıdır.
- Dijital delil rehberi oluşturulmalıdır. Avrupa Konseyi’nin “Budapeşte Sözleşmesi” ve AB Dijital Delil Rehberi örnek alınarak Türkiye için bir “Dijital Delil Kılavuzu” hazırlanmalıdır.
- Savunmanın bilgiye erişim hakkı genişletilmelidir. CMK m.153 uyarınca gizlilik kararı bulunan dosyalarda, dijital delillere erişim hakkı en azından teknik bilirkişi aracılığıyla sağlanmalıdır.
- Casusluk suçunun dijital varyantı tanımlanmalıdır. Açık kaynak analizine dayalı faaliyetler ile devlet sırrı niteliğindeki bilgilerin sızdırılması net biçimde ayrılmalıdır.
Hüseyin Gün’ün ifadesi, Türkiye’de ceza adalet sisteminin dijital çağda karşı karşıya olduğu yeni epistemik zorlukları ortaya koymaktadır. Bu ifade, bir bireyin savunmasından öte, teknolojik bilgi üretiminin kriminalize edilmesi riskine işaret eder.
Ceza muhakemesi hukukunun geleceği, yalnızca suçun tespiti değil, bilginin ne zaman ve nasıl “suç delili” sayılacağına ilişkin standartların belirlenmesine bağlıdır. Bu nedenle, Hüseyin Gün olayı yalnızca bir casusluk dosyası değil, aynı zamanda Türkiye’de dijital hukukun ve adil yargılanma ilkelerinin dönüm noktalarından biri olarak değerlendirilebilir.
© 2025 Prof. Dr. Vahit Bıçak / Bıçak Hukuk Bürosu – Tüm hakları saklıdır. Bu makale, sayın Prof. Dr. Vahit Bıçak tarafından www.bicakhukuk.com sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi makalenin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan makalenin bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.
Referans: Bıçak, Vahit (2025) “Casusluk Soruşturmasında Beyan Delilinin Rolü”, Bıçak Hukuk Bürosu Blogu, https://www.bicakhukuk.com/casusluk-sorusturmasinda-beyan-delilinin-rolu, s. __., Erişim Tarihi: …,
Deutsch
Türkçe
English
Français

Comments
No comments yet.