Türkiye’de savcıların isim verilerek siyasiler tarafından hedef alınması, yargı ile siyaset arasındaki güç ilişkisinin en görünür yansımalarından biridir. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde görülmeyen bu pratik, 1990’lardan itibaren siyasal kutuplaşmanın derinleşmesiyle belirginleşmiştir. Savcıların kişisel kimlikleri, yargı kararlarının ötesinde siyasi sembollere dönüşmüş; mitinglerde, basın açıklamalarında ve sosyal medyada doğrudan anılmaya başlanmıştır. Bu süreç, yargı bağımsızlığını aşındırarak savcıları kamusal tartışmanın öznesi haline getirmiştir. “Vural Savaş”, “Zekeriya Öz” ve “Akın Gürlek” gibi isimler farklı dönemlerin politik çatışmalarında simgesel figürler olmuştur. Eleştiri ile hedef gösterme arasındaki sınırın silikleşmesi, hukuk devletinin kişisel polemiklere indirgenmesine yol açmıştır. Hedef gösterme dili, popülist siyaset tarzının bir uzantısı olarak hem iktidar hem muhalefet tarafından yeniden üretilmektedir. Bu durum, adaletin tarafsızlığına olan toplumsal güveni zayıflatmakta ve yargıyı sürekli politik meşruiyet mücadelesinin içine çekmektedir. Sonuçta, savcıların bireysel olarak hedef alınması, demokratik hukuk düzeninin kurumsal temellerine yönelik kalıcı bir tehdit haline gelmiştir.
Savcıların İsim Verilerek Hedef Alınması
Türkiye’de yargı ile siyaset arasındaki ilişki, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana güçler ayrılığı ilkesinin pratiğe ne ölçüde yansıtılabildiği sorusuyla yakından bağlantılıdır. Savcıların ceza adalet sisteminin yürütme organından bağımsız, kamu adına hareket eden unsurları olmaları ve hukukun üstünlüğünün korunmasında belirleyici rol üstlenmeleri beklenir. Ancak savcılar, siyasal iktidarların veya muhalefetin yargı süreçlerine dair açıklamalarıyla zaman zaman doğrudan hedef haline gelebilmektedir. Özellikle savcıların isimleri verilerek eleştirilmesi, siyasî tartışmalarda kişisel semboller üzerinden yargı kurumunun itibarsızlaştırılması sonucunu doğurmakta; bu da hem yargı bağımsızlığı hem de ifade özgürlüğü açısından ciddi bir gerilim alanı yaratmaktadır.
Son otuz yılda Türkiye siyasetinde yargı mensuplarının adlarının açık biçimde mitinglerde, grup toplantılarında veya basın açıklamalarında anıldığı örnekler belirgin biçimde artmıştır. Bu durum yalnızca bireysel saldırı ya da hakaret bağlamında değil, aynı zamanda kamuoyu mobilizasyonu stratejisi olarak da dikkat çekmektedir. Siyasetçiler için savcıların isimleri, bir davayı veya yargı kararını soyut düzlemde tartışmaktan daha etkili bir propaganda aracına dönüşmektedir. “Şu savcı şöyle yaptı”, “şu savcı örgüt mensubudur”, “şu savcıyı uyarıyorum” gibi ifadeler, kitlesel duyguları harekete geçirmenin kısa yolu olarak kullanılmaktadır. Bu tür kişiselleştirme biçimleri, siyaset dilinde giderek normalleşmiş; hatta zamanla hem iktidar hem muhalefet kanadında farklı yönlerde işleyen bir araç halini almıştır.
Savcıların isim verilerek hedef alınması olgusunun temelinde, Türkiye’de yargı ile yürütme arasındaki güç ilişkilerinin dengesizliği yatmaktadır. Siyaset, yargı süreçlerini kamuoyu önünde tartışarak hem kendi tabanını konsolide etmekte hem de yürütülen soruşturma veya davaların meşruiyetini tartışmaya açmaktadır. Bu durum, yargı mensuplarını doğrudan siyasî tartışmanın içine çekmekte, bağımsızlık algısını zedelemekte ve adalet duygusunu kutuplaştırmaktadır. Buna karşılık, eleştiri hakkı da demokratik toplumun bir gereği olarak tamamen ortadan kaldırılamaz. Yargı mensuplarının kamuoyu önünde eleştirilebilmesi, hesap verebilirlik ilkesi açısından önemlidir; ancak bu eleştirinin hedef göstermeye, tehdit veya itibarsızlaştırmaya dönüşmesi, hukuk devletinin temel ilkeleriyle bağdaşmaz.
Bu çalışmanın temel amacı, Türkiye’de savcıların isim verilerek siyasetçilerce hedef alınması olgusunu tarihsel, hukuksal ve söylemsel boyutlarıyla incelemektir. Çalışmada 1990’lardan günümüze kadar olan döneme ağırlık verilmiştir; zira bu dönem, hem medya teknolojilerinin yaygınlaşması hem de siyasetin iletişim biçiminin kişiselleşmesi açısından belirgin bir kırılma noktasıdır. Refah Partisi kapatma davası sürecinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın mitinglerde isimle anılması, 17–25 Aralık soruşturmaları sırasında Zekeriya Öz, Muammer Akkaş gibi savcıların doğrudan siyasal hedef haline getirilmesi ve son olarak 2025 yılında Akın Gürlek’e yönelik miting konuşmaları, bu olgunun sürekliliğini göstermektedir.
Bu araştırmanın merkezî soruları şunlardır: Birincisi, siyasî aktörler hangi dönemlerde ve hangi amaçlarla savcıların isimlerini doğrudan kamuoyu önünde anma yoluna gitmişlerdir? İkincisi, bu söylemler yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü ve demokratik kültür açısından ne tür sonuçlar doğurmuştur? Üçüncüsü, Türkiye’deki örnekler uluslararası ölçekte görülen benzer eğilimlerle (ABD, Brezilya, Orta Avrupa) nasıl karşılaştırılabilir?
Bu sorulara yanıt ararken çalışma, niteliksel bir yöntem izlemektedir. Basın arşivleri, miting konuşma dökümleri, siyasetçi beyanları ve yargı kararları taranmış; her bir olay için savcı adı, siyasetçi, tarih, söylem biçimi ve sonuç ilişkisi incelenmiştir. Ayrıca, hedef gösterme ve eleştiri arasındaki ayrımı belirleyen anahtar göstergeler – kişiselleştirme, tehdit, suç isnadı ve kurumsal yıpratma – söylem çözümlemesi yöntemiyle kodlanmıştır.
Savcıların isimleriyle hedef alınması yalnızca bireysel saldırıların toplamı değil, Türkiye’de siyasal kültürün derinleşen kişiselleşme eğiliminin yargı üzerindeki yansımasıdır. Bu eğilim, hukuk devletinin kurumsal temellerini zayıflatmakta; kamusal tartışmayı, ilkelerden ziyade kişilere indirgemektedir. Dolayısıyla konu, sadece yargı etiği veya basın özgürlüğü meselesi değil, daha geniş anlamda demokratik erozyonun göstergesidir.
Kavramsal ve Yasal Çerçeve
Türkiye’de siyasetçilerin savcıları isim vererek hedef almaları olgusu, yalnızca etik veya siyasi bir sorun değil, aynı zamanda hukukî bir tartışma konusudur. Bu nedenle kavramın anlam alanını netleştirmek, ardından mevcut mevzuat ve uluslararası standartlar ışığında değerlendirmek gerekir. Bu bölümde önce “hedef gösterme” kavramı ele alınmakta, ardından Türk hukukundaki ilgili düzenlemeler ve uluslararası normlar incelenmektedir. Son olarak, hedef göstermenin söylem düzeyindeki işlevi ve siyasal bağlamı tartışılmaktadır.
“Hedef gösterme”, bir kamu görevlisinin – özellikle yargı, kolluk veya askerî personelin -kimliğinin kamuya açık biçimde açıklanması ve olumsuz bir çerçeve içinde sunulması eylemidir. Bu eylem, doğrudan bir tehdit içermese bile, kişiyi fiziksel saldırıya, nefret söylemine veya toplumsal linçe açık hale getirdiğinde hukuken koruma altına alınır. Dolayısıyla hedef gösterme, yalnızca “isim söylemek” değil, o ismi bir “tehdit bağlamı” içinde konumlandırmak anlamına gelir. Bu kavramın ayırt edici özelliği, kişiselleştirici bir dilin ve düşmanlaştırıcı bir tonun kullanılmasıdır. Örneğin bir siyasetçinin “adalet yerini bulmuyor” demesi sistem eleştirisidir; ancak “şu savcı şu kararıyla hainlik yapmıştır” demesi kişisel bir hedef göstermedir. Hedef göstermede amaç, toplumsal tepkiyi belli bir kişi üzerine yöneltmek veya o kişinin karar verme sürecini baskı altına almaktır. Bu nedenle, yargı bağımsızlığı açısından en tehlikeli müdahale biçimlerinden biridir.
Savcıların bağımsızlığı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda doğrudan güvence altına alınmıştır. 138. madde, yargı organlarının bağımsızlığını, hiçbir organın, makamın, merciin veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasına müdahale edemeyeceğini belirtir. 139. madde ise hâkim ve savcıların görev güvencesini düzenler. Bu anayasal güvencelere rağmen, savcıların idari olarak Adalet Bakanlığı’na bağlı olması, onların bağımsızlığının pratikte her zaman tam anlamıyla korunamadığını göstermektedir. Bu nedenle, siyasetçilerin savcılara yönelik açıklamaları, yalnızca bireysel ifade özgürlüğü bağlamında değil, aynı zamanda yürütmenin yargı üzerindeki dolaylı baskısı olarak da değerlendirilmelidir.
Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu, yargı mensuplarını hedef gösterme veya etkileme eylemlerine karşı bir dizi düzenleme içermektedir:
- TCK m.125 – Hakaret: Bir kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret etmek suç olarak düzenlenmiştir.
- TCK m.106 – Tehdit: Kişinin güvenliğini ihlal eden veya korkutucu ifadeler bu kapsamda cezalandırılır.
- TCK m.277 – Yargı Görevi Yapanı Etkilemeye Teşebbüs: Herhangi bir soruşturma veya dava sürecinde hâkim veya savcıyı karar verme sürecinde etkilemeye yönelik beyanlar, bu madde kapsamında değerlendirilir.
- TMK m.6 – Terörle Mücadelede Görev Alanı Hedef Göstermek: Terörle mücadele görevini yürüten savcı, hâkim veya kolluk görevlilerinin kimliklerinin açıklanması veya hedef gösterilmesi, kamu güvenliğini tehdit eden bir suç olarak kabul edilir.
Ancak pratikte bu maddelerin uygulanışı çelişkilidir. Aynı söylem, bağlama göre farklı biçimlerde yorumlanabilmektedir: İktidar mensubu bir siyasetçi savcıyı eleştirdiğinde “siyasi beyan” olarak görülürken, muhalif bir siyasetçi aynı şeyi yaptığında “yargıyı etkilemeye teşebbüs” veya “hedef gösterme” olarak soruşturma konusu olabilmektedir. Bu seçici uygulama, yargı bağımsızlığının yanı sıra hukuk güvenliği ilkesini de zedelemektedir.
Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığı Temel İlkeleri (1985) ve Avrupa Konseyi’nin Yargı Bağımsızlığı Hakkında Tavsiye Kararları, yürütme organı temsilcilerinin yargı mensuplarına yönelik kişisel saldırılardan kaçınması gerektiğini vurgular. Bu belgelerde, yargı mensuplarına yönelik her türlü baskı, tehdit veya itibarsızlaştırmanın “hukukun üstünlüğüne yönelik tehdit” olarak değerlendirileceği belirtilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı da benzer bir çizgidedir. Prager and Oberschlick v. Austria (1995) kararında, yargı mensuplarına yönelik kamuoyu eleştirilerinin demokratik tartışmanın parçası olduğunu, ancak “kişisel saldırı” veya “itibarsızlaştırma” içeren ifadelerin koruma alanı dışında kaldığını belirtmiştir. Bu karar, hedef göstermeyle ifade özgürlüğü arasındaki sınırın evrensel hukukta da tartışmalı olduğunu, ancak yargı mensuplarının kimliklerinin güvenlik riski taşıyan biçimde öne çıkarılmasının hiçbir demokratik düzende kabul edilemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Hedef göstermeyi yalnızca bireysel bir davranış olarak değil, siyasal iletişimin stratejik bir aracı olarak görmek gerekir. Popülist liderlik tarzları, soyut sistem eleştirisinden çok somut “düşman” figürleri üretme eğilimindedir. Bu bağlamda savcıların isimle anılması, kitle mobilizasyonu için güçlü bir sembolik işlev taşır. “Adaleti engelleyen kişi” imgesi, miting meydanında kalabalığı harekete geçirmenin etkili bir aracıdır. Bu söylem, sadece bireysel öfke değil, aynı zamanda “biz ve onlar” ayrımının kurumsal düzeyde inşasını sağlar. Böylece siyasal aktör, yargıdaki belirli kişileri hedef alarak, hem kendi tabanını konsolide eder hem de kurumsal meşruiyet krizini kişisel düzleme indirger. Bunun sonucunda, adalet sistemine duyulan güven zayıflar, yargı mensupları üzerindeki toplumsal baskı artar ve oto-sansür eğilimi güçlenir. Yargı mensubunun verdiği kararın değil, kimliğinin tartışıldığı bir kamuoyu ortamı oluşur
Tarihsel Arka Plan: Cumhuriyet Döneminde Yargı – Siyaset Dinamiği
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren yargı, devletin yeniden inşa sürecinin merkezinde yer almıştır. Ancak bu merkezî konum, yargının siyasetle olan ilişkisini her dönemde tartışmalı hale getirmiştir. Cumhuriyet’in erken yıllarından 2020’li yıllara kadar uzanan süreçte, savcıların kamusal söylemde kişisel olarak hedef alınması olgusu, farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Bu bölüm, bu tarihsel seyrin ana hatlarını dört dönem üzerinden incelemektedir: Tek Parti Dönemi (1923–1950), Çok Partili Hayatın İlk Dönemi (1950–1980), 12 Eylül Askerî Müdahale Sonrası Dönem (1980–2000) ve Demokratikleşme – Kutuplaşma Dönemi (2000–günümüz).
1923–1950: Tek Parti Dönemi ve Yargının Devletle Özdeşleşmesi
Cumhuriyet’in ilk çeyrek yüzyılı, yargı kurumlarının yeniden yapılandırıldığı bir dönemdir. 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu ve 1929 tarihli Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Osmanlı’dan miras kalan karma sistemi tasfiye etmiş, modern bir yargı düzeni kurmuştur. Ancak bu dönemde yargı, “devrimlerin koruyucusu” olarak konumlandırılmıştır. Savcıların ve hâkimlerin siyasî iktidardan bağımsız hareket etmesi değil, devlet ideolojisini temsil etmesi beklenmiştir. Bu yıllarda savcıların isimleriyle hedef alınması gibi bir olguya rastlanmaz; çünkü siyasal alan zaten tek partinin denetimindedir. Yargı, doğrudan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ideolojik çizgisiyle bütünleşmiştir. Dolayısıyla “siyasetçinin savcıyı hedef alması” değil, yargının siyaseti koruma refleksi belirgindir. Bu bağlamda erken Cumhuriyet dönemi, hedef göstermenin değil, “yargının siyasetle özdeşleşmesinin” tarihidir.
1950–1980: Demokratikleşme Denemeleri, Darbeler ve Yargının Siyasallaşması
1950’lerde Demokrat Parti iktidarıyla birlikte yürütme – yargı ilişkileri yeni bir evreye girmiştir. DP hükümeti, “yargının CHP’den devralınan bürokratik elitlerin kontrolünde olduğu” eleştirisini sıkça dile getirmiştir. Basın açıklamalarında bazı savcılar ve yüksek yargı üyeleri dolaylı biçimde eleştirilmiş, ancak isim verilerek hedef alınma örnekleri yine sınırlı kalmıştır. 1960 Darbesi sonrasında kurulan Yassıada Mahkemeleri, yargının tamamen siyasallaşmış bir biçimde kullanıldığı bir döneme işaret eder. Ancak bu kez siyasiler değil, askerî vesayet mekanizması yargı aktörleri üzerinden siyasetçileri hedef almıştır. Yassıada’daki savcılar, toplumun gözünde “intikamın sembolü” haline gelmiş; Demokrat Partililer ve destekçileri tarafından “revanşist savcılar” olarak anılmıştır. Bu dönemde isim verilerek hedef alınan yargı mensupları değil, yargı aracılığıyla hedef alınan siyasetçiler ön plandadır.
1970’li yıllar, ideolojik kutuplaşmanın ve “devletçi yargı” imajının pekiştiği bir dönemdir. Savcılar, artan terör olayları ve siyasi cinayetler karşısında “devleti koruyan memurlar” olarak algılanmıştır. Buna rağmen mitinglerde veya siyasal açıklamalarda belirli savcıların adlarının geçmesi hâlâ nadir bir durumdur; zira basın ve siyaset dili henüz kişiselleştirilmiş polemik üslubuna dönüşmemiştir.
1980–2000: Askerî Vesayet, Siyasi Davalar ve İlk Kişiselleşmiş Eleştiriler
12 Eylül 1980 Darbesi, yargı kurumlarının askerî vesayet altında yeniden dizayn edilmesine yol açmıştır. 1982 Anayasası, yargının bağımsızlığını metin düzeyinde korurken, yürütme üzerindeki etkisini artırmıştır. Bu dönemde sıkıyönetim savcıları ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) savcıları, özellikle siyasî davalarda ön plana çıkmıştır. 1980’ler boyunca sol veya kürt hareketi davalarında görev yapan bazı DGM savcıları kamuoyunda tartışma konusu olmuş, ancak isim verilerek hedef gösterilmeleri yine sınırlı kalmıştır. 1990’lı yıllarda ise bu tablo değişmeye başlamıştır. Refah Partisi’nin yükselişi ve laiklik eksenli tartışmalar, yargının bir kez daha siyasî kutuplaşmanın odağına yerleşmesine neden olmuştur.
Türkiye’de bir savcının isminin doğrudan miting kürsülerinde hedef alınması olgusu, ilk kez Refah Partisi kapatma davası sürecinde açık biçimde gözlenmiştir. 1997 yılında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Refah Partisi’nin laiklik karşıtı eylemlerinin odağı haline geldiği gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne kapatma davası açmıştır. Bu dava, 28 Şubat süreciyle eşzamanlı olarak, yargının siyaseti dizayn ettiği yönündeki algıyı güçlendirmiştir. Refah Partisi yöneticileri ve taraftarları, Vural Savaş’ı “rejim savcısı”, “brifingli yargı mensubu” ve “darbenin hukuk ayağı” olarak nitelendirmiş; mitinglerde ve basın açıklamalarında doğrudan ismiyle eleştirmiştir. Bu söylem, yargı mensuplarının kimliklerinin siyasî polemik nesnesi haline geldiği ilk örneklerden biridir. Vural Savaş, o dönemde gelen tepkileri “yargının devlet için hedefe konulması” olarak nitelemiş, savcı kimliğini koruma refleksiyle kamuoyuna açıklamalar yapmıştır. Bu vaka, Türkiye’de yargı mensubunun ismiyle hedef alınmasının kurumsal sonuçlar doğurduğu ilk olaydır.
1999 yılında Ankara DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel, dönemin Fazilet Partisi milletvekili Merve Kavakçı’nın vatandaşlık durumuyla ilgili soruşturma başlatmış; daha sonra Kavakçı’nın evine yapılan gece araması kamuoyunda büyük tepki doğurmuştur. Fazilet Partisi yöneticileri, Yüksel’in adını vererek “hukuksuzluk” ve “siyasi operasyon” suçlamalarında bulunmuştur.
Bu olay, savcının şahsına yöneltilen eleştirilerin toplumsal kutuplaşmanın bir yansıması haline geldiği ikinci önemli örnektir. Dönemin gazeteleri, “Savcı Yüksel linç kampanyası” manşetleriyle süreci aktarmıştır.
1990’ların sonundan itibaren yargı mensuplarına yöneltilen kişisel eleştiriler, yargı kurumunun bütününe dair bir güven krizine dönüşmüştür. 28 Şubat’ın yargı brifingleri, DGM savcılarının ideolojik kimlikleri ve yüksek yargının siyasî kararları, toplumun bir kesiminde “yargı devleti” algısı yaratmıştır. Bu ortamda 2000’lerin başında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), “askerî vesayetle mücadele” söylemiyle yargı reformu vaat etmiş; ancak ilerleyen yıllarda aynı eleştiri dili bu kez kendi döneminde görev yapan savcılara yönelmiştir. Böylece Türkiye’de savcıların isim verilerek hedef alınması pratiği, süreklilik kazanan bir siyasî iletişim tarzına dönüşmüştür.
Cumhuriyet’in ilk 75 yılında savcıların isim verilerek hedef alınması, 1990’lara kadar neredeyse hiç görülmemiştir. Bu tarihten itibaren, özellikle laiklik ve askerî vesayet ekseninde yaşanan krizlerde savcıların bireysel kimlikleri siyasî simgelere dönüşmüştür. Vural Savaş ve Nuh Mete Yüksel örnekleri, hem yargının siyasallaşmasının hem de siyasetin yargısallaşmasının göstergesidir. Bu gelişmeler, 2000’li yıllarda daha da derinleşecek olan kişiselleştirilmiş yargı eleştirilerinin zeminini hazırlamıştır.
2000 Sonrası Dönem: Yargının Siyasallaşması ve Kişiselleşme
2000’li yıllar, Türkiye’de yargı ve siyaset arasındaki ilişkinin yeni bir biçime büründüğü bir dönemdir. Demokratikleşme, Avrupa Birliği uyum süreci ve vesayetle mücadele söylemleri, yargı reformu vaatleriyle birlikte gelmiştir. Ancak zamanla bu söylem, yargı kurumunun hem iktidar hem muhalefet tarafından “siyasi alanın parçası” olarak görülmesine yol açmıştır. Savcıların yürüttükleri soruşturmalar artık sadece hukuki süreçler değil, politik semboller haline gelmiştir. Bu dönemde savcıların isim verilerek hedef alınması, siyasetin merkezî bir iletişim stratejisine dönüşmüştür.
2005 yılında Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde meydana gelen bombalama olayı sonrasında, Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya tarafından hazırlanan iddianame, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ı da eleştiren ifadeler içeriyordu. Bu durum, yargının askerî hiyerarşiyle çatışması anlamına geldi ve Sarıkaya bir anda ülke gündeminin merkezine oturdu. Hükümet kanadından ve Genelkurmay Başkanlığı’ndan gelen açıklamalarla savcı “devletin itibarını zedelemekle” suçlandı; dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Sarıkaya’nın adını açıkça anarak “hukukun dışına çıkan bir savcı” olarak nitelendirdi. Ferhat Sarıkaya, kısa süre içinde HSYK tarafından görevden uzaklaştırıldı ve meslekten ihraç edildi. Yıllar sonra mesleğe geri dönse de bu vaka, Türkiye’de bir savcının isminin devletin en üst kademesince eleştiri konusu edilmesinin yol açtığı kurumsal baskının sembolü haline geldi. Bu olay, ilerleyen yıllarda “siyasetçi–savcı çatışması” modelinin öncülü olarak görülebilir.
Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları, yargı tarihinin en geniş kapsamlı siyasi davalarından biri oldu. Bu süreçte özel yetkili savcılar Zekeriya Öz, Fikret Seçen, Ercan Şafak, Mehmet Ali Pekgüzel gibi isimler, hem iktidarın hem muhalefetin söyleminde farklı dönemlerde farklı rollerle yer aldı. 2007–2011 arasında AK Parti hükümeti ve yakın medya çevreleri bu savcıları “demokratikleşmenin öncüleri” olarak överken, muhalefet partileri onları isimleriyle “cemaat savcıları” veya “kumpasın yargı ayağı” olarak nitelendirdi. 2013 sonrası ise roller tersine döndü: 17–25 Aralık soruşturmalarıyla birlikte iktidar bu kez aynı savcıları “paralel yapı unsurları” olarak hedef aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mitinglerde Zekeriya Öz’ün ismini anarak “bu millete ihanet etti” demesi, mitinglerde savcı ismiyle kişisel hedef göstermenin kalıcı bir örneği olarak hafızalara kazındı. Bu dönemde “savcı kimliği” siyasal meşruiyet mücadelesinin bir simgesine dönüştü. Aynı kişi, konjonktüre göre ya kahraman ya hain ilan edildi. Bu kişiselleştirme, yargının kurumsal kimliğini aşındırarak yargıyı bireyler üzerinden siyaset sahnesine taşıdı.
2013 yılının Aralık ayında başlayan 17–25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları, yargı-siyaset ilişkisinde geri dönülmez bir kırılma yarattı. Soruşturmaları yürüten savcılar Muammer Akkaş, Celal Kara, Mehmet Yüzgeç ve Zekeriya Öz, doğrudan dönemin Başbakanı Erdoğan tarafından miting kürsülerinde ismen anıldı. Erdoğan, 2014 başlarında yaptığı bir konuşmada, “Bunlar paralel yapının savcılarıdır. Milletin iradesine kumpas kurdular.” diyerek savcıları hedef aldı. Bu ifadeler, iktidarın yargı mensuplarını toplumsal meşruiyet mücadelesinin düşmanı olarak konumlandırdığını açık biçimde ortaya koydu.
Benzer biçimde 2014’te Adana ve Hatay’da gerçekleşen MİT TIR’ları soruşturmasını yürüten savcılar Süleyman Bağrıyanık, Aziz Takçı, Ahmet Karaca ve Özcan Şişman, devlet sırlarını ifşa etmekle suçlanarak Cumhurbaşkanı ve bakanlar tarafından doğrudan hedef alındı. Savcıların isimleri, devlet medyasında “vatan haini”, “paralelci” manşetleriyle yayımlandı. Bu dönemde hedef gösterme söylemi yalnızca mitinglerde değil, resmî açıklamalarda ve basın toplantılarında da sistematik bir biçim aldı. Nihayetinde bu savcıların tümü görevden alınarak tutuklandı. Böylece hedef gösterme, yalnızca bir söylem değil, aynı zamanda yargı tasfiyesinin aracı haline geldi.
15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası olağanüstü hâl sürecinde, binlerce hâkim ve savcı “FETÖ üyeliği” gerekçesiyle ihraç edildi. Cumhurbaşkanı, bakanlar ve hükümete yakın medya, isimleriyle tek tek “hain savcılar” listeleri yayımladı. Bu süreçte hedef gösterme, bir yargı mensubuna yönelik bireysel eleştiri olmaktan çıkıp, “kurumsal düşmanlaştırma” politikasına dönüştü. “FETÖ’cü savcı” etiketi, hukuki delilden çok siyasal konum belirleyicisi haline geldi. Kamuoyunda belirli isimlerin suçluluğu yargı kararı beklenmeden ilan edildi. Bu atmosfer, kalan savcıların mesleki özgüvenini zayıflattı; yargı kararlarında oto-sansür eğilimi güçlendi. Böylece kişisel hedef göstermeler, uzun vadeli bir sistemsel baskı mekanizmasına dönüştü.
Yargı – siyaset geriliminin güncel örneği, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek etrafında şekillenmiştir. Gürlek, önce hâkim olarak muhalif siyasetçiler hakkında verdiği kararlarla gündeme gelmiş, ardından başsavcılık görevine atanmasıyla daha geniş bir tartışmanın odağına oturmuştur.
2025 yılı başında CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, çeşitli miting ve basın açıklamalarında Gürlek’i isimle anarak sert biçimde eleştirmiştir. İmamoğlu’nun “Akın sert kayaya çarptın oğlum, bu şehrin iradesiyle oynayamazsın” sözleri, savcıyı hedef gösterdiği iddiasıyla soruşturma konusu olmuştur. Bu olayda tablo tersine dönmüştür: geçmişte iktidar mensuplarının savcıları hedef aldığı bir pratik, bu kez muhalefet cephesinde görülmüştür. Akın Gürlek vakası, “eleştiri mi, tehdit mi?” tartışmasını yeniden gündeme taşımış ve savcıların isimlerinin siyasal polemiklerde sembolleşmeye devam ettiğini göstermiştir.
Bu dönemde hedef göstermenin karakteri üç temel özelliğe sahiptir:
- Süreklilik: Her siyasal kriz, bir veya birkaç savcının ismi üzerinden kişiselleşmiştir.
- İki yönlü işleyiş: İktidar ve muhalefet, farklı dönemlerde aynı yönteme başvurmuştur.
- Kurumsal etkiler: Yargı mensupları üzerindeki psikolojik ve mesleki baskı artmıştır. Bazı savcılar meslekten ihraç edilmiş, bazıları tutuklanmış, bazıları ise ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.
Bu tablo, hedef göstermenin yalnızca ifade özgürlüğü sınırlarını zorlayan bir söylem değil, aynı zamanda yargı kurumunun yapısal bağımsızlığını tehdit eden bir güç ilişkisi biçimi olduğunu göstermektedir. 2000 sonrası dönem, yargının artık soyut bir kurum olarak değil, isimleriyle anılan bireyler üzerinden tartışıldığı bir dönemi simgeler. Bu durum, hukuk devleti kavramını kişisel sadakat ve düşmanlık eksenine sürüklemiştir.
Vaka Analizlerinin Değerlendirilmesi
Türkiye’de savcıların isim verilerek siyasetçilerce hedef alınması olgusu, tekil olaylardan ibaret değildir. İncelenen dönemsel örnekler, farklı iktidar dönemlerinde tekrarlanan, biçimi değişse de özü aynı kalan bir siyasal iletişim pratiğine işaret eder. Bu bölümde, önce vakalar arasındaki ortak desenler ele alınacak, ardından söylem yapısı ve hukuki sonuçlar tartışılacaktır.
Tarihsel olarak incelendiğinde, hedef göstermenin belirli siyasal kriz dönemlerinde yoğunlaştığı görülmektedir.
- Kriz ve meşruiyet kaygısı: Siyasi iktidarlar, yargı süreçlerinin kendi meşruiyetini tehdit ettiği durumlarda savcıların adlarını doğrudan anarak kamuoyuna “düşman” figürü sunma eğilimi göstermektedir.
- Refah Partisi kapatma davasında Vural Savaş,
- 17–25 Aralık sürecinde Zekeriya Öz ve Muammer Akkaş,
- MİT TIR’ları davasında Süleyman Bağrıyanık ve Aziz Takçı bu bağlamda örnek teşkil eder.
- Kişiselleştirme stratejisi: Siyasal söylem, kurumsal eleştiriden ziyade bireylere yönelir. Bu, kamuoyunun karmaşık hukuk süreçlerini kolayca kavraması için sadeleştirici bir mekanizma işlevi görür. Ancak bu sadeleştirme, adalet sisteminin kişilere indirgenmesi anlamına gelir.
- Rollerin tersine çevrilmesi: Türkiye’de yargı ve siyaset arasındaki güç dengesi değiştikçe, bir dönemin “kahraman savcısı” sonraki dönemde “hain” olarak damgalanabilmektedir. Ferhat Sarıkaya ve Zekeriya Öz gibi isimler, bu ikili dönüşümün simgeleridir.
- Sürekli meşruiyet arayışı: Hem iktidar hem muhalefet, savcıların adını kullanarak kendi politik hattını meşrulaştırma çabasına girer. Bu, hedef göstermenin partiler üstü bir araç haline geldiğini gösterir.
Hedef Gösterme Dili Nasıl Kuruluyor? Siyasi aktörlerin yargı mensuplarına yönelik açıklamaları incelendiğinde, üç temel söylem biçimi öne çıkmaktadır:
- Kriminalizasyon Dili: Savcıya yöneltilen en yaygın itham, onun “suç örgütüyle bağlantılı” veya “vatan hainliği” içinde olduğudur. “Paralel yapı savcısı”, “FETÖ’cü savcı”, “millet düşmanı” gibi etiketler, savcıyı yalnızca görevini kötü yapmakla değil, devletin bütünlüğüne karşı bir tehdit olarak konumlandırır. Bu söylem, yargı mensubunun kişisel güvenliğini riske atmanın ötesinde, toplumun bir kesiminde nefretin hedefi haline gelmesine neden olur.
- Düşmanlaştırıcı Mizansen: Miting meydanlarında savcı ismi zikredilirken kullanılan dil genellikle teatraldir. Kalabalığa hitap eden lider, savcıyı soyut bir hukuk öznesi olarak değil, halkın iradesine karşı duran bir “figür” olarak resmeder. “Milletin önüne dikilen şu savcı”, “bu millete kumpas kuran o savcı” gibi kalıplar, hem düşman yaratır hem de liderin halkla özdeşleşmesini güçlendirir.
- Uyarı ve Tehdit Karışımı: Bazı söylemler doğrudan tehdit içermese de ima yoluyla savcıya gözdağı verir. “Hesabını soracağız”, “göreceksin o savcı” gibi ifadeler, yargı sürecinin tarafsız yürütülmesini fiilen imkânsız hale getirebilir. Bu tür cümleler, hedef göstermenin en tehlikeli biçimlerinden biridir; çünkü doğrudan şiddet çağrısı içermez ama kitlenin öfkesini yönlendirir.
Bu üç söylem biçimi, özellikle popülist siyaset tarzlarında iç içe geçer. Lider, adalet duygusunu kendi kişisel iradesiyle özdeşleştirirken, karşısına somut bir “engel” olarak savcı figürünü çıkarır. Böylece hukuk devleti, bireylerin kişisel çatışmalarının sahnesine dönüşür.
Savcıların isim verilerek hedef alınması, yalnızca kişisel güvenlik riski değil, yargı kurumunun yapısal bütünlüğü açısından da ciddi sonuçlar doğurur:
- Mesleki caydırıcılık ve oto-sansür: Hedef gösterilen savcılar genellikle soruşturmadan alınmakta, haklarında disiplin işlemleri başlatılmakta veya görev yerleri değiştirilmektedir. Bu durum, diğer savcılar üzerinde caydırıcı bir etki yaratır. “Yanlış kişiye dokunursam ben de hedef olurum” düşüncesi, bağımsız yargı refleksini zayıflatır.
- Yargıya güvenin erozyonu: Kamuoyunda belirli savcıların sürekli olarak “taraflı”, “örgüt üyesi” veya “iktidarın adamı” olarak anılması, toplumun genel olarak yargıya olan güvenini aşındırır. Vatandaşın adalet beklentisi, savcının ismine ve kimliğine göre değişir hale gelir. Hukuk, kuralların değil, kişilerin sistemi haline gelir.
- Hukukun araçsallaşması: Hedef gösterme söylemleri, genellikle paralel bir hukukî sürecin habercisidir. Savcı önce kamuoyunda itibarsızlaştırılır, ardından idari veya cezai süreçlerle tasfiye edilir. Böylece hukuk, kendi aktörlerini cezalandıran bir siyasal mekanizma işlevi görür.
- Uluslararası itibar kaybı: Türkiye örneğinde, Avrupa Konseyi ve BM organlarının raporları, yargı mensuplarının siyasi söylemde hedef haline getirilmesini “yargı bağımsızlığı ihlali” olarak tanımlamıştır. Bu durum, Türkiye’nin demokratik hukuk devleti algısını uluslararası düzeyde zedelemiştir.
İlginç bir gözlem, hedef gösterilen savcıların zaman zaman kamuoyu önünde savunma yapmaya başlamasıdır. Vural Savaş’ın televizyon röportajlarında kendisini “Cumhuriyetin savcısı” olarak tanımlaması, Zekeriya Öz’ün “Ben görevimi yaptım, suç örgütüyle mücadele ettim” açıklamaları, Akın Gürlek’in basın yoluyla verdiği demeçler – hepsi yargı mensubunun tarafsız kalma refleksinin yerini bir tür “kendini savunma” ihtiyacına bıraktığını göstermektedir. Bu savunma dili, yargı etiği açısından sorunludur; çünkü savcı, yargı süreciyle değil, kamuoyu algısıyla muhatap hale gelmiştir. Bu da yargının kurumsal sessizliğini ortadan kaldırır ve siyasallaşma döngüsünü derinleştirir.
Yukarıdaki analizler, her eleştirinin hedef gösterme olarak yorumlanamayacağını da göstermektedir. Eleştiri, demokratik hesap verebilirlik için zorunludur; ancak hedef gösterme, eleştirinin kişisel saldırıya dönüşmesidir. Sınır genellikle şu göstergelerle belirlenebilir:
- İsim kullanımı: Eleştiride isim değil, kurum veya karar anılır; hedef göstermede doğrudan kişiye hitap edilir.
- Niyet ve bağlam: Eleştirinin amacı kamusal tartışma yaratmaksa meşrudur; bir kişiyi itibarsızlaştırmak veya korkutmaksa hedef göstermedir.
- Sonuç etkisi: Eleştiri fikir düzeyinde kalır; hedef gösterme fiili veya idari sonuç doğurur.
Bu sınırın hukuken ve siyaseten netleştirilmemiş olması, savcıların isimlerinin kolayca siyasi enstrümana dönüşmesine yol açmaktadır. Türkiye’de savcıların isim verilerek hedef alınması, hem yapısal hem kültürel bir sorundur. Yapısal çünkü yargı kurumu yürütmeden idari olarak bağımsız değildir; kültürel çünkü siyaset dili uzun süredir kişiselleştirilmiş çatışmalar üzerinden işlemektedir. Bu nedenle hedef gösterme, yalnızca ifade özgürlüğüyle değil, siyasi kültürün doğasıyla ilgilidir. Kısacası, savcıların isimlerinin miting meydanlarında, basın açıklamalarında veya sosyal medya platformlarında tekrarlanması, sadece anlık bir gerilim değil; demokratik dengeyi sarsan bir güç mücadelesinin yansımasıdır.
Karşılaştırmalı Perspektif
Savcıların isim verilerek siyasetçilerce hedef alınması yalnızca Türkiye’ye özgü bir olgu değildir. Son on yılda birçok ülkede, özellikle popülist liderlerin yükselişiyle birlikte, yargı mensuplarının bireysel kimlikleri siyasal mücadelelerin odağına yerleştirilmiştir. Bu durum, yürütme organının yargı karşısında hesap vermek yerine onu delegitimize etme stratejisiyle ilgilidir. Türkiye örneği, bu küresel eğilimin hem erken hem de derin biçimlerinden biridir. Aşağıda üç ülke örneği incelenecek: Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya ve Orta Avrupa ülkeleri (Polonya ve Macaristan).
ABD, kuvvetler ayrılığı ilkesinin en katı uygulandığı sistemlerden biri olarak kabul edilir. Buna rağmen, 2016 sonrasında Donald Trump’ın başkanlığıyla birlikte yargı mensuplarına yönelik kişiselleştirilmiş saldırılar görülmüştür. Trump, hakkında yürütülen soruşturmalarda görev alan savcıların isimlerini sosyal medya paylaşımlarında ve mitinglerinde açıkça anmış; onları “siyasi cadı avı” yürütmekle suçlamıştır. Özellikle 2023 yılında New York Bölge Savcısı Alvin Bragg ve savcı Jack Smith, Trump tarafından “düşman”, “halkın iradesini bastırmaya çalışan kukla” olarak nitelendirilmiştir. Bu açıklamalar sonrasında her iki savcı da ölüm tehditleri almış, mahkemeler Trump’ın bazı açıklamalarına yönelik “gag order” (konuşma yasağı) getirmiştir. Bu örnek, demokratik bir sistemde bile ifade özgürlüğünün yargı mensuplarının güvenliğiyle nasıl çelişebileceğini göstermektedir. Trump’ın dili, Türkiye’deki mitinglerde görülen söylem kalıplarıyla büyük benzerlik taşır: adalet süreci soyut kurumsal bir mesele değil, liderin kişisel mücadelesi olarak sunulur; savcı ise bu mücadelenin engelleyicisi haline getirilir.
Brezilya’da Jair Bolsonaro döneminde, yargı ile yürütme arasındaki gerilim neredeyse kurumsal bir kriz haline gelmiştir. Bolsonaro, özellikle Yüksek Mahkeme Yargıcı ve soruşturmalarda kilit rol oynayan Alexandre de Moraes’i mitinglerde isimle hedef almıştır. Moraes’in, Bolsonaro yanlısı dezenformasyon kampanyalarına ilişkin soruşturmalarda aktif rol alması, Bolsonaro’nun onu “ülkeyi felç eden diktatör yargıç” olarak nitelendirmesine yol açmıştır. Bolsonaro destekçileri bu söylemleri sahiplendi; 8 Ocak 2023’te Brasilia’daki Yüksek Mahkeme binasına saldıran kalabalıklar, sloganlarında Moraes’in adını doğrudan anmıştır. Bu olay, siyasi söylemde isimli hedef göstermenin toplumsal şiddete dönüşebileceğinin dramatik bir örneğidir. Yargı mensubu bir kişinin sembolleştirilmesi, kurumsal meşruiyetin yıkımına ve demokratik kurumlara saldırıya zemin hazırlamıştır. Türkiye açısından bakıldığında, Bolsonaro’nun Moraes’e yönelik dili ile Türk siyasetinde savcılara yönelik “vatan haini”, “millet düşmanı” gibi sıfatların kullanılması arasında yapısal bir paralellik mevcuttur. Her iki durumda da lider, adaletin değil siyasetin temsilcisi olarak konuşur; savcı ise halkın iradesine karşı bir “bürokratik tehdit” olarak resmedilir.
Orta Avrupa’da, özellikle Polonya ve Macaristan’da 2010’lardan itibaren yürütme gücü, yargı üzerinde sistematik kontrol kurma stratejisi izlemektedir. Polonya’da iktidardaki Hukuk ve Adalet Partisi (PiS), Yüksek Mahkeme üyeleri ve savcıları isimleriyle hedef alan kampanyalar yürütmüştür. Hükümet yanlısı medya, muhalif savcıları “eski rejimin artığı” veya “Avrupa’nın ajanı” olarak tanıtmış; bazı bakanlar basın toplantılarında bu savcıların adlarını doğrudan zikretmiştir. Avrupa Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu uygulamaları “yargının siyasallaştırılması” olarak değerlendirmiştir. Macaristan’da Viktor Orbán yönetimi de benzer bir söylem üretmiştir. Hükümet yanlısı medya, yolsuzluk soruşturmaları açan savcıları isimleriyle anarak hedef göstermiş, bazıları hakkında disiplin süreçleri başlatılmıştır. Bu ülkelerde yargı mensuplarının isimlerinin kamuoyunda dolaşması, onları yalnızca hukuki değil, ideolojik aktörlere dönüştürmüştür. Türkiye’deki örneklerle karşılaştırıldığında, benzerlikler dikkat çekicidir:
- Siyasi liderin halk iradesini temsil ettiği iddiası,
- Savcıların “bürokratik elit” veya “iç düşman” olarak sunulması,
- Medya aracılığıyla isimli hedef gösterme kampanyalarının yürütülmesi,
- Bu söylemlerin yargı bağımsızlığını fiilen aşındırması.
Bu uluslararası örnekler, üç ortak mekanizmayı açığa çıkarmaktadır. Bunlar;
- Popülist İkilik: Popülist liderler siyasal alanı “halk” ve “elitler” arasında keskin bir ikiliğe indirger. savcılık, bu ikilikte “elitlerin kalesi” olarak görülür; dolayısıyla halkın iradesini temsil eden liderin düşmanı haline gelir.
- Kişiselleştirilmiş Adalet Anlayışı: Kurumsal yargı yerine kişisel doğruluk anlayışı geçer. Lider “gerçek adalet”i kendisinin temsil ettiğini iddia eder; savcılar bu adaletin önündeki engellerdir.
- Medya ve Dijital Alanın Rolü: Sosyal medya çağında hedef gösterme, yalnızca miting kürsüsünde değil, doğrudan milyonlara ulaşan dijital platformlarda gerçekleşir. Tweetler, canlı yayınlar ve propaganda videoları, savcıların kişisel güvenliğini tehdit eden kitlesel tepkileri tetikler.
Bu ortak noktalar, hedef göstermenin yalnızca bireysel saldırı değil, demokratik kurumları sistematik biçimde zayıflatan bir strateji olduğunu ortaya koyar. Karşılaştırmalı bakış açısı, Türkiye’nin bu küresel eğilim içinde özel bir yere sahip olduğunu gösterir. ABD, Brezilya veya Polonya’da hedef göstermeler çoğunlukla kriz anlarında ortaya çıkarken, Türkiye’de bu pratik süreklilik kazanmıştır. Yani burada mesele bir “olağanüstü durum tepkisi” değil, siyasal iletişimin yerleşik unsuru haline gelmiştir. Hem iktidar hem muhalefet aktörleri, savcıların isimlerini siyasal meşruiyet mücadelesinde kullanmıştır. Bu, Türkiye’de siyasal kültürün kişiselleşme düzeyinin yüksekliğini ve kurumsal denge mekanizmalarının zayıflığını gösterir. Türkiye örneği ayrıca, hedef gösterme söyleminin kurumsal yaptırımla birleştiği az sayıda vakadan biridir. Ferhat Sarıkaya’nın ihraç edilmesi, 17–25 Aralık savcılarının tutuklanması veya MİT TIR’ları savcılarının ceza alması, hedef göstermenin yalnızca sembolik değil, fiilî sonuçlar doğurduğunu kanıtlar. Dolayısıyla Türkiye, popülist hedef gösterme pratiğini hem söylem hem de eylem düzeyinde en yoğun yaşayan ülkelerden biridir.
Karşılaştırmalı analiz, üç temel sonuca ulaşmamızı sağlamaktadır. Bunlar:
- Yaygınlık: Yargı mensuplarının isim verilerek hedef alınması, otoriterleşme eğilimi gösteren rejimlerde evrensel bir modeldir.
- Kurumların Zayıflığıyla İlişkisi: Kurumsal denetim mekanizmaları ne kadar zayıfsa, hedef göstermenin etkisi o kadar yıkıcı olur.
- Türkiye’nin Özgünlüğü: Türkiye’de bu pratik, hem iktidar hem muhalefet tarafından kullanılabilen “ortak bir siyasal dil”e dönüşmüştür. Bu yönüyle Türkiye, popülist retoriğin partiler üstü bir karakter kazandığı ender örneklerden biridir.
Sonuç ve Değerlendirme
Türkiye’de savcıların isim verilerek siyasetçilerce hedef alınması, yalnızca dönemsel bir gerilim değil, siyasal kültürün kalıcı bir parçası haline gelmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren yargı, bir yandan devletin kurucu ideolojisini koruyan bir kurum olarak işlev görürken, diğer yandan siyasetin meşruiyet mücadelelerinde yeniden tanımlanmıştır. Bu nedenle Türkiye’de yargı-siyaset ilişkisi hiçbir zaman tam anlamıyla kurumsal sınırlar içinde kalmamış; her kriz döneminde kişiselleşmiş polemikler, kurumsal tartışmaların önüne geçmiştir.
Çalışmanın ortaya koyduğu temel bulgular üç düzeyde özetlenebilir:
- Tarihsel Süreklilik: Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yargı doğrudan siyasal iktidarın bir uzantısıydı; bu nedenle “hedef gösterme” değil, “özdeşleşme” söz konusuydu. Ancak 1990’lardan itibaren siyasetin çoğullaşması ve medyanın güçlenmesiyle birlikte, savcılar artık görünür aktörler haline geldi. Refah Partisi kapatma davası sürecinde Vural Savaş’ın mitinglerde adının anılması, bu dönüşümün başlangıç noktasıdır. Sonraki yıllarda Şemdinli vakası, Ergenekon ve 17–25 Aralık soruşturmaları gibi olaylar, savcıların kamuoyu önünde kişisel kimlikleriyle tartışılmasının kalıcı hale geldiğini göstermiştir.
- Söylemsel Dönüşüm: Siyasi aktörlerin savcılara yönelik dili, sistem eleştirisinden kişisel suçlamaya evrilmiştir. Kitleleri mobilize etmek için soyut kavramlar yerine somut düşman figürleri üretmek popülist siyasetin temel özelliğidir. Savcı isimleri bu açıdan işlevsel sembollere dönüşmüştür. Bir davanın meşruiyetini tartışmak yerine, “şu savcı bu yapının elemanı” denilmesi, hem tartışmayı kişiselleştirir hem de kamuoyunu belirli bir algıya yönlendirir. Bu dil, iktidar değişse bile aynı kalıplarla yeniden üretilmiştir.
- Kurumsal Erozyon: Sürekli hedef gösterilen savcılık mesleği mensupları, mesleki bağımsızlıklarını korumakta zorlanmaktadır. Bir savcının kamuoyu baskısı altında verdiği karar, hukukî meşruiyetini değil, siyasi dengelere uyumunu tartışma konusu yapar. Bu durum yargının toplum nezdindeki itibarını aşındırır. Vatandaş, bir savcının hangi partinin “adamı” olduğuna bakarak yargıya güven duymaya başlar; böylece adaletin evrenselliği yerini politik aidiyete bırakır.
Demokratik sistemlerde ifade özgürlüğü, kamu gücünü kullanan kişilerin eleştirilebilmesini gerektirir. Ancak savcılar, bu eleştiri hakkı ile bağımsızlık ilkesi arasında özel bir konuma sahiptir.
Bir siyasetçi, savcıların kararlarını eleştirebilir; fakat isim vererek ve kişisel niteliklerine saldırarak bunu yaptığında, eleştiri hedef göstermeye dönüşür. Türkiye’de bu sınırın net biçimde çizilmemiş olması, siyasilerin “eleştiri hakkı” söylemine sığınarak yargı mensuplarına baskı uygulamasına imkân tanımıştır. Öte yandan, hedef gösterme suçlaması da zaman zaman siyasetçileri susturmak için kullanılabilmektedir. Bu nedenle, sınırın hukuken ve etik olarak netleştirilmesi demokratik denge açısından zorunludur.
Savcıların isim verilerek hedef alınması, demokrasi açısından iki düzeyde yıkıcı sonuç doğurur. Birincisi, yargı bağımsızlığı zedelenir. Savcı, vereceği kararın hukuki değil, politik yankısını düşünmeye başlar. Bu durum, hukuk sisteminin özüne aykırıdır; çünkü adalet, korku ve baskı ortamında tesis edilemez. İkincisi, demokratik kültür zarar görür. Mitinglerde, televizyon programlarında veya sosyal medyada savcı isimlerinin nefret figürlerine dönüştürülmesi, kamusal tartışmayı ilkesel düzeyden kişisel düzeye indirger. Böyle bir ortamda hukuk değil, sadakat konuşur; yargı, kurumsal kimliğini kaybederek bir tür “siyasi pozisyon”a dönüşür.
Karşılaştırmalı analizde görüldüğü üzere, birçok ülkede popülist liderler yargı mensuplarını hedef almıştır. Ancak Türkiye örneği özgün bir yoğunluğa sahiptir: burada hedef göstermeler hem iktidar hem muhalefet tarafından kullanılan bir yöntemdir. Bu, siyasal kültürde yargı bağımsızlığının bir değer olarak değil, mücadele aracı olarak algılandığını gösterir. Türkiye’de “savcılık” soyut bir kurum değil, isimleriyle bilinen bireylerin temsil ettiği, taraflardan biri haline gelmiştir. Dolayısıyla sorun, yalnızca hukuki düzenlemelerle çözülebilecek bir mesele değildir; siyasal kültürün yeniden inşasını gerektirir.
Türkiye’de siyaset ve hukuk ilişkisi bağlamında, savcıların isim verilerek hedef alınması sorununa karşı hem politik hem de kurumsal düzeyde önleyici adımlar atılması gerekmektedir. Her şeyden önce, siyasi partiler seçim kampanyalarında ve miting söylemlerinde yargı mensuplarının isimlerinin hedef gösterilmemesine dair açık etik kurallar geliştirmelidir. Böyle bir siyasal etik kod, demokratik olgunluğun göstergesi olacağı gibi, yargı bağımsızlığına duyulan toplumsal güveni de güçlendirecektir. Bununla birlikte, hedef gösterilen savcılar için Adalet Bakanlığı ve Hâkimler ve Savcılar Kurulu bünyesinde hızlı işleyen bir koruma mekanizması oluşturulmalıdır. Bu mekanizma, yalnızca fiziksel güvenliği değil, aynı zamanda mesleki onuru koruyacak biçimde tasarlanmalıdır.
Siyasetçiler, medya mensupları ve kamu görevlileri için “yargı bağımsızlığı ile ifade özgürlüğü arasındaki denge” konulu sürekli eğitim programları düzenlenmeli, yargı mensuplarının isimlerinin kişisel saldırı aracı haline getirilmesinin hukuki ve toplumsal sonuçları konusunda kamuoyu bilinçlendirilmelidir. Basın ve dijital medya alanında ise etik ilkeler yeniden tanımlanmalı; haberlerde savcı isimlerinin açıkça belirtilmesi yalnızca kamu yararının zorunlu kıldığı durumlarda yapılmalıdır. Sosyal medyada yargı mensuplarına yönelik nefret söylemini önlemek için daha etkin denetim mekanizmaları geliştirilmesi, hem ifade özgürlüğünün korunmasına hem de adalet sisteminin saygınlığının güçlendirilmesine katkı sağlayacaktır.
Türkiye’de savcıların isim verilerek hedef alınması, yargı bağımsızlığıyla ifade özgürlüğü arasındaki dengenin bozulduğunun göstergesidir. Bu çalışma, söz konusu olgunun münferit olaylardan değil, siyasal kültürün yapısal özelliklerinden kaynaklandığını ortaya koymuştur.
Yargı mensuplarının kişisel kimlikleri üzerinden yürütülen tartışmalar, hukuk devletini zayıflatmakta ve demokratik erozyonu hızlandırmaktadır. Uzun vadede çözüm, yalnızca yasal düzenlemelerde değil, siyaset dilinin dönüşümünde yatmaktadır. Gerçek anlamda demokratik bir hukuk devleti, yargı mensuplarının adlarının değil, verdikleri kararların tartışıldığı bir kamu alanı yaratabildiğinde mümkündür. Bu nedenle, savcıları kişisel hedeflerden korumak, sadece savcıların değil, demokrasinin varlığını sürdürmesinin de ön koşuludur.
© 2025 Prof. Dr. Vahit Bıçak / Bıçak Hukuk Bürosu – Tüm hakları saklıdır. Bu makale, sayın Prof. Dr. Vahit Bıçak tarafından www.bicakhukuk.com sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi makalenin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan makalenin bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.
Referans: Bıçak, Vahit (2025) “Savcıların İsim Verilerek Siyasetçilerce Hedef Alınması”, Bıçak Hukuk Bürosu Blogu, https://www.bicakhukuk.com/savcilarin-isim-verilerek-siyasetcilerce-hedef-alinmasi, s. __., Erişim Tarihi: 29.10.2025,
English
Türkçe
Français
Deutsch

Comments
No comments yet.